Hazım Sağıye
TT

Lübnan’ın bilinçaltındaki kolektif ölüm hayaleti

Bir savaşla karşı karşıyayız ki önümüzde şu ihtimaller var:
Ya zenginliklerimizi geri alıp öleceğiz,
Ya öleceğiz ama zenginliklerimizi geri alamayacağız,
Ya öleceğiz ama başkaları bizim yerimize zenginliklerimizi geri alacak,
Ya da geri alınacak bir zenginlik olmadan öleceğiz…
Her durumda, Lübnan kamuoyunun bilinçaltındaki kolektif ölüm hayaleti dolaşıyor. Liderleri ve sözcüleriyle "Hizbullah", doğan her güneşle birlikte bizi böyle bir olasılığın var olduğu, güçlü ve hatta muhtemel olduğu konusunda uyarıyor.
Bugün Lübnanlıların hayatlarını yöneten çelişkilerin sayısız, ekonomik ve politik olanların yanı sıra kültürel ve değerlerle ilintili olanların da olduğu doğru. Ancak savaş olasılığı karşısında, ölüme karşı koymak, çelişkilerin efendisine dönüşerek geriye kalan tümünü kontrol ediyor. Sadece şunu bir gözümüzde canlandıralım; diğer tüm çelişkilerimizi çözüyoruz yani siyaseti ve ekonomiyi reforme ediyoruz, çevre kirliliğini önlüyoruz, cinsiyetler arası en adil ilişkileri tesis ediyoruz, yabancı erkek ve kadın işçilerle ilgili en iyi yasaları geliştiriyoruz ve sonra tutup çelişkilerin efendisi olan savaşa dalıyoruz ya da daldırılıyoruz!
Yakın tarihimize kısaca bir göz atarak, savaşlara karşı çıkma konusundaki acizlik duygumuzun, iki eylemsizlik üzerine kurulduğunu öğreniyoruz. İlk eylemsizlikte, 2000'den sonra mevcut Lübnan-Suriye güvenlik rejimi nedeniyle Hizbullah'ı silahsızlandırmak isteyenlere zafer nasip olmadı. Sonuç, Hizbullah’ın silahının amacı belirsiz ve dizginleri uzak ellerde olduğu için sonu olmayan bir çekişmenin içinde tutulmamızdı.
Bundan sonra, başka tür bir eylemsizliğe tanık olduk; Suriye Devrimi ve savaşında Lübnanlı müdahalecilerin caydırılamaması. Müdahaleciler, Seyyide Zeyneb bölgesini korumaktan bize yaklaşan DEAŞ tehlikesinin önünü kesmeye kadar bir takım söylentiler yaydılar ve ne yazık ki, bu söylentilere çok sayıda inananlar, hatta ateşli bir şekilde destekleyenler oldu.
Doğal olarak, bu eylemsizliklere baskıcı bölgesel unsurlara ek olarak, bir kısmı siyasi güçte, bir kısmı da Lübnan içindeki askeri güç dengesinde gizli sebepler bulundu. Ancak bu sebepleri tetikleyen ve güçlendiren, Lübnanlıların bilincinde arka arkaya yaşanan iki bozulmaydı. İlk bozulma, pek çoklarının altmışların sonlarında alarmları çalmaya başlayan, yetmişlerin ortalarında patlak veren iç savaş dersini almamış görünmeleri. Oysa bu trajedinin temelinde, ülkeyi bir savaş alanına ve geçidine çevirmek vardı. Hizbullah'ın silahlı kalmasının kabul edilmesi ile birlikte aynı teori yeniden işlemeye başladı. Bu, bedeli ne olursa olsun, İsrail ile çatışma hakkında tüm bölgede hüküm süren eski bir literatür ve kanaatler bütününden çok uzak değildi.
İkinci bozulma, çoğunluğun (Sünni) farkındalığındaki bu bozulma karşısında, azınlık (Hristiyan) farkındalığının da bozularak Hizbullah'ın Suriyeli çoğunluğa karşı savaşında suç ortaklığı biçimini alması. Birinci bozulmada emperyalizme, siyonizme ve her türden şeytana karşı direniş teorileri parlarken, ikincisinde, İslami aşırılığa karşı mücadele ile kılıflanmış Sünni İslam karşıtlığı ve Azınlıklar İttifakı teorileri parladı.
Gerçek şu ki, bizi savaşlara sürükleyen savaşçı eğilimden, modern tarihimizdeki büyük patlamaların arkasında duran daha korkunç savaşlar dallanıp budaklandı. Lübnanlılar arasında ekonomik dağılım, kalkınma, mezhepsel eşitlik, kültür veya kuşak sorunları ve başka herhangi bir meselede var olan anlaşmazlıklar hiç böyle bir “şerefe” (yani savaşa neden olma) ulaşamamışlardır.  Eğer 1969’da ve sonrasında 2000 ve 2013'te sınırları ama tüm sınırları aşan savaşçı eğilime karşı biraz da olsa bir bağışıklık ve fikir birliği sağlayabilseydik, kaderimize tarihimizin en kötü ve karanlık sayfaları yazılmazdı.
Bu, savaş ve savaşma eğilimi karşıtlığının, değişimin kaçınabileceği ve üzerinden atlayabileceği mezhepsel bir mesele olmadığını, aksine her türlü değişikliğin öncelemesi ve şart koşması gereken, tarafsız kalmanın mümkün olmadığı ulusal bir mesele olduğunu söylemek için iyi bir nedendir. Bunu yapmadığımız sürece eylemsizlik tarihimize yeni bir eylemsizlik, ölüm tarihimize yeni bir kolektif ölüm daha eklemiş olacağız.
Bu potansiyel savaşa verilecek karşılık, belki formatlarını arıyor ve belki de bugün onu kristalize etmeye çalışanlar var. Ancak kesin olan şu ki, Lübnan'da ikamet eden Suriyelilere karşı yürütülen savaş, bu formatların en alçak ve korkakça olanı olmaya devam ediyor. Bu tam olarak mevcut durumun zorluklarını ve tehlikelerini tahrif etmeyi, bunlarla yüzleşmekten kaçmayı seçmektir. Gittikçe tırmanan ve politikacıların, medyanın ve din adamlarının sponsorluğunu yaptığı Lübnan’ın ekonomisinde, toplumunda ve siyasetinde elde ettiği etkileyici başarıları tehdit edenlerin Suriyeli bireyler olduğunu öne süren kampanyanın, yaydığı şey budur!
Ekonomik kriz, halkın yaşadığı geniş çaplı hüsran, dar piskoposluk bilincinin birleşiminin bu tür iğrenç tepkileri tetiklemek için yeterli olduğunu biliyoruz. Bugün bunların hepsinden çokça var. Ancak bilmek tek başına yeterli değil, özellikle de bu ölü bilgiyle yetinmek, gerçek tehlikenin kaynağına dair büyük bir bilgisizlikle, onu başka bir sözde kaynakla değiştirmeye yönelik büyük bir istekle bir arada var olabildiği sürece.
Tehlike burada, Suriyelilerin aldıkları birkaç somun ekmekte ya da bazılarının bilgisiz bir belediye meclisi tarafından uygulanan sokağa çıkma yasağını ihlal etmelerinde değil.
Asıl tehlike, orada, füzelerin bulunduğu, füzeler, bölgesel hırslar, kutsal dava dilinin konuşulduğu o yerde.
O dava ki bize ne ardımızdan edilecek bir dua ne de bu gezegenden zorla göç ettirildiğimizde gideceğimiz bir diğer dünya vaat etmiyor.