Sam Mensa
TT

Demokrasinin halsizliği: ABD ve İsrail örnekleri

Görünen o ki geçtiğimiz yüzyılın sonunda Berlin Duvarı'nın yıkılması tek parti diktatörlüğünün Sovyetler Birliği'nin dağılması ve Batı demokrasisinin yumuşak gücü ve daha birçok nedenle yıkılmasıyla doruk noktasına ulaştı. Bunlardan sonra, 21’inci yüzyılın ilk çeyreğinin temel özelliği genel olarak dünyada, özelde Batı'da demokrasi krizi oldu.
Bununla birlikte, içinde bulunduğumuz yüzyılın aynı döneminin, Afrika kökenli bir adamın en eski liberal demokrasiye, yani ABD'ye ilk kez başkanlık etmesi ve Hint kökenli bir adamın Muhafazakâr Parti lideri olarak İngiltere Başbakanı pozisyonuna gelmesiyle kriz demokrasisi için kazanımlar elde ettiği unutulmamalıdır.
Demokrasinin, rejimler tarihindeki nispeten kısa ömrü boyunca elde ettiği onca şeyle birlikte Batı ülkelerinde hukukun üstünlüğü, iktidarın rotasyonu, insan hakları, vatandaşlar arasında eşitlik ve ötekinin kabulü gibi ilkelerinin entelektüel çekiciliğinin azalması konusunda bir krize tanık oluyor. Bu bir yandan sağcı ve solcu yönetici seçkinlere karşı yaygın bir halk nefretine, onların bütünlüğünü ve kamu çıkarını güvence altına alma taahhütlerini ve rasyonel liderliklerinin zayıflığını sorgulamaya dönüşürken diğer yandan aşırı sağ ve aşırı sol güçlerin artan seçim ağırlığı ve siyasi etkisi ile bu şüphecilik anından yararlanıyor. İlki kapalı milliyetçiliğe, ötekinden nefret etme ve yabancıdan korkma fikirlerini kullanırken ikincisi küreselleşmeyi reddeden ve onunla birlikte sosyal ideolojilere dönüşen korumacı politikaların uygulanmasını isteyen, artık özgürlük ve tam cezasızlık arasında ayrım yapamayan, hak kavramlarında, doğayı hiçe sayarak cinsiyetin ortadan kaldırılması ölçüsünde çok ileri giden popülist ve demagojik fikirlere dayanıyor.
Demokrasi krizinin bir başka işareti de otoriter rejimlerin insan hak ve özgürlüklerini ihlallerini inkâr ederek kendilerini güzelleme girişimlerini durdurmalarıdır. Ulusal devletin temellerini ve güvenlik istikrarını koruyanın kendi otoriter yaklaşımı olduğunu iddia ederek demokrasiyi, ulusal devletlerin çöküşünün, terörizmin büyümesinin ve güvenliğin bozulmasının nedeni haline getirmek için daha da ileri gitti.
Zeminde, birden fazla ülkede bu krizin işaretlerini okuyabilirsiniz: İngiltere, Avrupa Birliği'nden ayrılma yönünde oy kullandı. ABD, Donald Trump’ı Beyaz Saray’a getirdi. İtalya aşırı sağcı Christian Giorgia Meloni'yi başbakan olarak seçti. Fransa da ise Marine Le Pen, neredeyse cumhurbaşkanlığına ulaştı. Türkiye'de Recep Tayyip Erdoğan'ın doymak bilmezliği demokrasisini kemiriyor. Sovyetlerin zulmünden kurtulan Macaristan'ın, Başkan Viktor Orban ile birlikte Rus mantosuna geri dönmeyi arzuladığını görüyoruz. Brezilya'da ise Devlet Başkanı Jair Bolsonaro, seçimlerin sonuçlarını reddedip, kökenleri zayıf olan solcu rakibi Lula da Silva'ya karşı yenilgisini kabul ederek ve destekçilerinin sonuçları protesto etmesiyle Trump'ı taklit etmeye çalıştı.
Demokrasiye açık bir tehdit oluşturan iki uç nokta varlığını sürdürüyor: ABD'de Kongre’yi yenilemek için yapılan ara seçimler keskin siyasi kutuplaşmayı ve seçmenlerin demokratik sisteme olan güvenini kaybettiğini gösterdi. İsrail'de de Binyamin Netanyahu'nun aşırı sağ koalisyonunun başında seçimlerin beşinci turundaki zaferi aynı duruma yol açtı. İsrail siyasi eğilimleri genellikle Batı demokrasilerindeki daha geniş eğilimlerin habercisidir.
ABD'de Trump taraftarları, Joe Biden ve Demokratları iktidara getiren 2020 başkanlık seçimlerinin sonuçlarını hileli olarak değerlendirmekten vazgeçmiş değil. Hatta daha seçim sonuçları açıklanmadan usulsüzlük bahanesiyle protestolar gerçekleştirilip davalar açılıyor. Olaylar birden fazla yerde sandıkların önünde silah gösterme noktasına geldi. Trump'ın 2016 seçimlerini kazanmasının ardından ülkesindeki en önemli iki güvenlik kurumunun; FBI ve CIA’nın güvenilirliğine ilişkin sorgulamaları göz ardı etmek oldukça zor. Öyle ki Trump’ın görev süresi, silahlı destekçilerinin Capitol binasına saldırması ve başkanlık seçimlerinin sonuçlarını inatla reddetmesiyle sona ermişti.
İsrail'de sağ neredeyse solu geride bırakırken, Netanyahu muhtemelen ülke tarihinin şimdiye kadar gördüğü en aşırı sağ koalisyon; Arap karşıtı ırkçı Yahudi aşırılık yanlıları da dahil olmak üzere ultra-Ortodoks ve aşırı milliyetçilerden oluşan bir ittifaktan bir hükümet kuracak. Netanyahu'nun aşırılık yanlılarının desteği olmadan çoğunluk koalisyonu kurması zor olacak, bu da bazılarının yeni hükümette bakanlık portföyüne sahip olmasını sağlayacak.
Şu an bölgede bizi ilgilendiren, ABD ara seçimlerinin sonuçlarının yansımaları ve İsrail'de bir sonraki hükümetin şekli ve doğasıdır.
ABD'de birçok beklentinin aksine seçim Cumhuriyetçilere bir ‘tsunami’ değil, ılımlı bir zafer kazandırdı. Ancak mali harcamaların iplerini çekmelerine neden olacak ve demokratik yasama gündemini engelleyecektir. Biden'ın içişlerinde rolü azalacak. Cumhuriyetçilerle arasındaki farkın büyük olduğu yerlerde, daha çok dış politikaya odaklanarak böylece çok daha fazla egemenliğe sahip olacak. Biden'ın bölgeye ve özellikle Körfez ülkelerine yönelik yapılan hataların büyüklüğünü fark etmesi ve dünyanın muazzam ekonomik ve güvenlik riskleriyle karşı karşıya olduğu ve bölgenin ABD boşluğunu otoriter modellerle doldurma tehdidinde bulunduğu bir zamanda, Amerikan dış politikasını doğru yola döndürmek için politikasını düzeltmesi umuluyor.
İsrail'de, İbrani Üniversitesi'ndeki Yahudi filozof Moshe Halbertal’ın İsrail'in ‘yeni bir şeye’ dönüşüme tanık olacağı konusunda söylediklerini hatırlamakta fayda var. Halbertal’a göre yeni İsrail; herhangi bir Filistin devleti fikrini reddetmekle kalmayıp ayrıca her İsrailli Arabı potansiyel bir terörist olarak gören bir tür genel aşırı milliyetçiliğe bürünecek. 2007 yılında ırkçılığı kışkırtmaktan ve bir Yahudi terör örgütünü desteklemekten hüküm giyen Dini Siyonizm Partisi lideri Itamar Ben Gvir'in resmi pozisyonlara taht kurması, ABD’lileri, özellikle Yahudileri ve hatta İsraillileri şok edecek. Axios haber ajansı, New Jersey'den Demokrat Senatör ve Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Bob Menendez'in geçtiğimiz eylül ayında İsrail'e yaptığı bir ziyaret sırasında Netanyahu'ya şunları söylediğini aktarmıştı:
“Seçimlerden sonra aşırı sağcıları içeren bir hükümet kurması, Washington'da İsrail'e iki partili desteğin tehlikeli bir şekilde aşınmasına yol açabilir.”
Menendez bu ifadelerle iki ülke arasındaki ortak değerlerin aşınmasına atıfta bulunmuştu.
İsrail seçimlerinin sonuçları birden fazla dosyada felaket olmaya devam ediyor. Birincisi, zaten bocalayan Filistin meselesi, ikincisi de karmaşık ve zor hale gelen nükleer anlaşmaya dönüş meselesi. Arap ülkeleriyle ilişkilerde normalleşme ve gelecekte normalleşmeyi düşünenlerin geri çekilmesinden bahsetmiyorum bile…
Demokrasi krizinin kaderinde uzaması veya şiddetlenmesi varsa, yansımaları kimseye acımayacaktır. Bölgenin ılımlı ve istikrarlı ülkeleri, yurtiçinde ve yurt dışında pusulayı düzeltmek için sert derslerden yararlanmalıdır. Onlarca yıldır Batı'yı karakterize eden geleneksel demokrasi ruhundaki açık düşüşe ve onu etkileyen eksikliklere -daha doğrusu kusurlara- rağmen bu, dini veya askeri tiranlık ya da lider, tanrılaştıran ve tek parti yönetimi çağrısı yapanların buna bir alternatif olduğu anlamına gelmez. Hiç kimse, eski Çin Devlet Başkanı Hu Cintao'nun, medyada paylaşılan Komünist Partisi 20. Kongresi’nin gerçekleştirildiği salonun dışına zorla çıkarıldığı sahneyi alkışlamıyor. Bu bize, eski Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin'in ve Arap askeri darbe rejimlerinin diğer liderlerinin uygulamalarını hatırlattı. Hiç kimse Çin veya İran ile özdeşleşmek istemiyor ya da Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in performansından ve liderliğinin sınırsız uzatılmasından memnun değil.
Tüm bu olaylar, dünyanın modern tarihin demokratik yönetim açısından oldukça tehlikeli bir dönemden geçtiğini gösteriyor ve mevcut demokratik zayıflığın nedenleri ve ahlaki, insani ve politik olarak çürümüş alternatifler için verimli bir ortam yaratan faktörler üzerinde ciddi bir düşünme çağrısında bulunuyor.