Rıdvan Seyyid
Lübnanlı akademisyen, siyasetçi- yazar Lübnan Üniversitesi'nde İslami ilimler profersörü
TT

Felaket gününü veda günü olarak mı seçtin?

Bu hafta, Araplar ve dünya açısından nadir hadiselerin yaşandığı bir hafta. Tanınmış araştırmacı gazeteci ve Şarku’l Avsat gazetesinin genel yayın yönetmeni Gassan Şerbil, Leyla Halid ile yaptığı bir röportajı yayınladı. Röportaj, 70’li yılların başında Halid’in, Filistin halkının davası unutulmasın diye dönemini “uyarmak” için Vedi Haddad ile uçak kaçırması hakkındaydı. Operasyonun ayrıntılarında, Vedi Haddad için Avrupa’ya silah kaçıranlardan biri olarak Cumhurbaşkanı Refik Hariri’nin de adı geçiyor. Bu benim için gerçekten şaşırtıcıydı.  
Bizi üzen benzersiz Türkiye ve Suriye depremlerini takip ediyorduk ve hala ediyoruz. Suriye depremi üzerinde üç seneden fazla çalışmak gerektiği söylendi; sadece depremin yıkıcılığı sebebiyle değil, on yılı aşkın bir süredir Suriye’de ve Suriye’ye karşı yürütülen büyük savaş yılları nedeniyle de. Ardından 14 Şubat 2005’teki Cumhurbaşkanı Hariri suikastının yıldönümü geldi, halbuki dün yaşanmış gibi. Bu talihsizlikler zincirinin son halkası ise IMF’nin, şu an için ilk korkunun Lübnan ve Tunus’taki mali ve insani vaziyetin kötüleşmesine dair, ikinci korkunun da Mısır ve Ürdün için olduğunu bildiren bir raporuydu.  
William Shakespeare’in Hamlet’te dediği gibi: Felaketler teker teker gelmez! Bu sadece Lübnan için değil, birçok Arap ülkesi için geçerli. Refik Hariri’ye tutulan yas, sadece onun ölümünden ötürü değil. Lübnan büyük siyasi suçlara alışıktı, ardından 2020 yılındaki Beyrut limanı patlaması ya da patlatılması geldi ve yas arttı. Çünkü Hariri’nin öldürülmesinden sonra çözümsüz sorunlar yoğunlaştı ve Hariri’nin yokluğuyla yaşanan facia, bu ülke için peşi sıra gelen kara belaların habercisi oldu.
Arap Doğusu ülkelerinde yaşanan sıkıntıları hafife almak mümkün değil. Mısır, Ürdün ve hatta Tunus’ta sorumlu hükümetlerin harekete geçip çalışabilmesi veya bu bozukluğu önleyebilmesi bir teselli, ancak Lübnan ve Suriye için bunu söyleyemeyiz. Lübnan’da hükümet zaman zaman felce uğruyor ve cumhurbaşkanı yok oluyor, dolayısıyla sorumlu tutulabilecek kimse yok artık. Pek çok kişi şöyle diyecek: Ama siz böyle yaparak hükümettekilerin omuzlarından sorumluluğu almış oluyorsunuz. Ben ve benimle birlikte çoğu Lübnanlı da diyeceğiz ki, ister hükümette olsun ister etrafında isterse de olmasın, siyasi kadromuz hiçbir şeyi umursamıyor.  
Başına çok sayıda ve büyük depremler gelmiş Suriye’ye bakınca gördüğümüz dört beş yetkili, etrafında ve topraklarında da uluslararası bir mücadele. Depremle yaşadığı musibet, Türkiye’nin gördüğü seviyelere ulaşmayabilir ama yine de Türkiye’de sorumlu ve güçlü bir hükümet var ki Suriye bundan fena halde mahrum.
Bu depremler ve savaşların ardından alınacak ilk ders şu: En büyük tabiat olaylarından biri de yaşansa kendisini sorumlu gören bir hükümet olduğunda durum epey fark ediyor. Bunu Irak, Libya ve Sudan da dahil olmak üzere musibete uğrayan Arap ülkelerinin siyasetçileri ve işlerin idaresinde de görüyoruz. Eğer varsa, bir devlet kültürüyle geri kazanma girişimleri devam eder, durmaz. Çünkü iktidarda olmak; orada kalmak veya insanlara olabildiğince hizmet etmek uğrunda çabalayarak iktidarı güçlendirmek için çokça çalışmayı gerektirir. İşte Lübnan ve Suriye’deki durum bu noktada farklılaşıyor, zira orada bulunanların varlığı ve etkinliği, insanlık ve vatandaşlık için çalışmaya bağlı değil. Çünkü varlıklarını insanlara veya onlara hizmete, onların refahı, esenliği, geçimi ve insanca yaşamaları için gösterdikleri çabaya borçlu değiller.
Tabiri caiz ise ikinci ders, herhangi bir ülkenin başına gelebilecek en kötü şeyin o ülke üzerinde veya çevresinde yaşanan uluslararası çatışma olduğudur. Bakalım Türkiye ve Suriye, deprem olduğunda ne ölçüde uluslararası ilgiye mazhar oldu. Erdoğan, uğradığı felaket için Türkiye’ye yardıma koşan 70 veya daha fazla grup olduğunu söyledi. Uluslararası çatışma bile onun lehine rol oynadı ve oynuyor. Zira çeşitli büyük ve ortalama güçler, Türkiye ve Türkiye’nin yetenekleri ile rollerine dair umut besliyor. Hem Amerika hem Rusya yardım için yarışa girdi. Genelde Türkiye’ye amansızca düşman olan Yunanistan ve Ermenistan bile yardıma koştu. Aynı uluslararası çatışma, Suriye ve Lübnan’da ise aleyhte oynuyor, sebebi de İran’ın bu iki ülkedeki nüfuzu ve İran’ın bölgesel ve uluslararası alanlardaki şiddetli rekabeti. Depremin beş yüz kilometrekarelik bir alana yayıldığı Türkiye’deki durumda kimse mazeret üretmedi. Suriye’deki durum içinse bazıları ulaşım zorluğunu, bazıları rejim ile muhalefet bölgeleri arasındaki kopukluğu mazeret olarak ileri sürdü. Bazıları da muhalif bölgeleri içinde, daha doğrusu muhalefetler arasındaki anlaşmazlıkları bahane etti. ABD, insani meselenin her şeyden üstün olduğunu iddia etti, ama insani meselenin üstünlüğü iddialarını karşılayan ne bir çabası oldu ne de etkisi.
Suriye ve Lübnan durumlarında bizzat beliren uluslararası çatışmanın, Ukrayna durumundaki etkileri daha büyük ve belirgin. Ancak Ukrayna örneğinde bile onun yararına olan iki husus var: biri, güçlü ve sorumlu bir hükümetin varlığı, diğeri ise savaşın Avrupa topraklarında olması. Avrupa’nın gelecekteki güvenliği büyük ölçüde Ukrayna’nın bir devlet, bir halk ve bir bağımsız güç olarak varlığını sürdürmesine bağlı. Ki Rusya, Ukrayna’ya saldırdığı gibi ona da saldırmasın.
Lübnan meselesinde Batılı taraflar, içeride güvenilebilecek hiçbir yetkili yok diyor, çünkü oradaki yetkililer, uluslararası öfkeye muhatap olan İranlı emrivaki güçlere tâbi. Suriye örneğinde ise İran ve Rusya nefesleri tutuyor ve Esed’in otoritesi dışında kalan bölgeler, Rusya ve İran karşısında rehin haline geliyor. Elbette Türkiye’nin de Suriye’nin kuzeyinde rehin tuttuğu topraklar ve insanları var. Ama NATO ülkesi olduğu için Batı ülkeleri ona karşı tavır almıyor. Batı hem Rusya hem de İran’la olan iyi ilişkilerine rağmen hala Türkiye’yi kendine çekebilmeyi umuyor.
Üçüncü ders değil ibret de şu ki, küçük ve bazen de orta ölçekli ülkeler kendilerine kucak açacak taraflara ihtiyaç duyuyor. Suriye ve Lübnan örneğinde kucak açacak olan Arap Birliği ülkeleridir. Gelgelelim Araplar, Lübnan’dan ümitlerini kestiler ve artık insani bir durum söz konusu değilse istikrarsızlığı umursamıyorlar! Suriye’de ise Arap ülkeleri yıllardır insani, siyasi ve stratejik nedenlerle yardım etmeye çalışıyor ama İran tüm girişimler için hala tetikte. Alıştığımız üzere İran istila etmek uğrunda halkın sefaleti, hareket kabiliyetini kaybetmesi, siyasi sisteme veya yarı rejime tam bağlılık üzerine oynamaya devam ediyor. Yıllardır Suriye ve Lübnan’da hâkim olan durum budur.
Makaleye başlık olarak seçtiğim beyit dizesi, Ahmed Şevki’nin yazar-şair Menfeluti için yazdığı mersiyeden. Menfeluti, Başbakan Saad Zaglul’un vefatının arifesinde ölmüş ve hak ettiği ilgiyi görememişti.
Musibetler teker teker gelmez, ancak şiddetleri değişir. Öyle ki biri, bir diğerini unutturur. Hariri suikastının on sekizinci yıl dönümünde de böyle oldu!