Bazı insanlar, önünde post ve new gibi bir ön ek bulunan kavramlardan şüphelenirler, zira olumsuz bir tanımlama, olumlu bir tanımlamanın zorluklarını açığa vurabilir. Bu, özellikle katı bir tanımdan yoksun olmakla kalmayıp aynı zamanda tanımlama ilkesinin kendisini reddeden postmodernizm için de geçerlidir.
Bahsi geçen akım, 20’inci yüzyılın ikinci yarısında felsefe, sanat, mimari ve edebiyat yoluyla gelişti. Taraftarları onu moderniteye bir alternatif ve nesnellik, akılcılık, aydınlanma, bilim, sosyalizm ve ilerleme gibi "büyük (modern) anlatılara" karşı bir fikri savaş olarak görüyorlardı. Onlara göre Nazizm, Stalinizm, Hiroşima gibi felaketlere neden olan şeylerin bilim ürünü olması artık kabul edilemezdi.
Taraftarlarına göre olgunun doğuşuna, medyanın, televizyonun ve reklamcılığın, ardından müzik videolarının, YouTube'un ve sosyal medyanın egemenliği damga vurmuştur. Bu da simülasyonundan ayırt edilemez bir hiper gerçeklik ile sonuçlanmıştır. Dünyayı kavrayışımızda bu kültürel unsurlar, sanat, şiir, mimari gibi geleneksel kültür unsurlarının yerini almıştır.
Jean Baudrillard, kültürün üç aşamada geliştiğini kaydetmiştir:
- Tiyatro ve müzik gibi modernizm öncesi sanatlar, elitist ve yüksektir, görüş ve mesaj olarak din tarafından yönetilmektedir.
- Sanayi devrimi ile ortaya çıkan modern sanatların unsurları fotoğraf, sinema ve matbaadır. Tüketim, komünizm ve bilimle aynı zamana denk gelen hızlı üretim ve gerçekliğin simülasyonu ile karakterize edilir.
- Üçüncü aşama ise geçen yüzyılın ortalarında doğan postmodernizmdir. Geçen yüzyılın ortalarından itibaren günlük gerçekliğimiz haline gelen bir kültür tarafından kuşatıldık ve hatta bombardımana tutulduk. Videolar ve reklamlar, daha önce ağaçların ve arabaların sahip olduğu varlığın ve etkinin yerini aldı. Televizyon programları ve benzerleri ana bilgi kaynağımız haline geldi. Bizim realitemiz artık kültürel gösterilerden oluştuğu için, yeni ürünlerimiz de bu gösterilere dönüşür oldu. Gerçeği temsil eden orijinal bir referansa güvenen eski yerine, kopyaların kopyalarını yapıyoruz.
O halde bu, kopyanın kopyasının gerçekliğin kopyasının yerini aldığı bir "simulakrum"dur. Örneğin, prenseslerin görüntüsü artık ortaçağ prenseslerinin görüntülerinden değil, Disney'in prenseslerinden esinleniyor. Oysa bilindiği üzere Disney sadece bir kopyanın kopyasıdır.
Medya ve kardeşlerinin bu büyük varlığı ve çelişkili mesajları nedeniyle "anlam patlak verdi." Artık doğruyu yanlıştan ayırmak mümkün değil ve artık bizim için anlamı tanımlayan büyük bir anlatı yok. Yaşamın kendisine gelince, artık bir amaca ve sona bağlanamaz. Biz sadece varız ve söylediğimiz, yaptığımız hiçbir şey, başka birinin söylediklerinden ve yaptıklarından daha gerçek ve doğru değil. İyi ya da kötü, tüm deneyimlerimiz eşit olduğu için, üst ve alt kültürler arasındaki farklar yok oldu. Bir bütün olarak sanat bireysel yorumlardır ve hiçbir bireysel yorum diğerine tercih edilemez.
Modernistler her ne kadar dilin, akıl ve gösterenler arasındaki yakın ve nesnel ilişkiye göre şeffaf olduğunu düşünseler de, dil gerçekten böyle değil, daha ziyade kendine göndergelidir. Yani, kelimelere yüklediğimiz fikirler belirli bir kültüre mahkumdur ve kültürlerin tek yaptığı, zamanla kelimeleri farklı biçimlerde yorumlamaktır. Ancak dil, gerçekliği temsil etmenin temel aracı, otoritelerin ve yönetenlerin arzusu da onu böyle sunan tek şey olduğu sürece, nesnel gerçekliği nesnel olarak kabul etmek artık mümkün değil. Buna karşılık Jean-Francois Lyotard, küçük kitabı "Postmodern Durum"da "sorguladığı" anlatılara veya "meta-anlatılara" epistemolojik bir yergi yöneltmiştir. Zira Lyotard herkesin kendi adalet anlayışı olduğu için tanımlamadığı bir “adalet arzusu”nun savunucusudur. Keza neredeyse her şeyi reddetmesi nedeniyle onu romantik gelenekle yeniden ilişkilendiren bir "bilinmeyene duyulan arzu"nun da savunucusudur.
Lyotard, Wittengstein'ın dil kullanım alanının tek bir anahtarı olmadığını söyleyen "dilsel oyun" teorisini temel alır. Bu nedenle, insan iletişimini yargılayacağımız evrensel ve nihai bir standarda sahip değiliz, aksine, eşleşmeden pragmatik olarak etkileşime giren iç içe geçmiş bir oyun setimiz vardır. Kendisi ile "büyük anlatılara" karşı koyduğumuz "küçük anlatıları"ı yaratan da budur. Lyotard'ın en önde gelen kurbanlarından biri, zamanımızın en sorumlu entelektüellerinden biri olan Jürgen Habermas'tı. Habermas, ahlak hakkında müzakere ve diyalog yoluyla varılacak rasyonel bir fikir birliğine dayanarak ahlaki yönetimi meşrulaştırmanın mümkün olduğu fikrini geliştirir geliştirmez, Lyotard fikir birliğinin haksızlık olduğunu söyleyerek bu fikri hedef aldı. Zira Lyotard’a göre anlaşmazlık yüzdesi ne kadar yüksekse, özgürlüğümüz de o kadar artar. Buna karşılık fikir birliği bizi "meta-anlatılara" ve arkasından da totaliterliğe geri götürür. Ona göre yapılması gereken “söylemlerin”, “anlatıların” ve “dil oyunlarının” çoğaltılması, onu susturmak ve çoğalmasının önüne geçmek için modernist “terörizm”in durdurulmasıdır. Sadece bu şekilde, farklılık söylemlerini ve dünyayı farklı görme biçimlerini meşrulaştıran bir özgürlük alanı yaratılır. Böylelikle de iletişimi kolaylaştıran evrensel bir bilgi paradigmasına güvenmek yerine, entelektüellerin kendi aralarındaki iletişim dahil olmak üzere, iletişimi sağlayan sınırsız bilgi modelleri fazlalığı oluşur.
Postmodern mimariyi teorileştiren ise Amerikalı Charles Jenks’di. 1972'de Yamasaki'nin "Pruitt Igoe" adı verilen apartmanları dinamitle yıkıldığında Jenks, modernist mimarinin Missouri'de öldüğünü ifade etti. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra ortaya çıkan ve yüzyılın ortalarında doruğa ulaşan bu mimari, cam, çelik, beton gibi sabitlere, ama aynı zamanda, biçimin işleve tabi olduğu, minimalizm lehine süsleme ve dekorasyonun reddedildiği estetik ve etik bir felsefeye dayanıyordu. İşlevselcilik, daha sonra mühendislikten giyim ve görsel sanatlar gibi diğer alanlara da sızdı.
Postmodern binalar, dekorasyonları ve güçlü renklerin, görsel illüzyonların, oyun ve ironi duygusunun kullanımı nedeniyle gerçekten çekici ve canlı olabilirler. Bununla birlikte, postmodernistlerin modernist mimariye yönelik eleştirileri, onları, halkın kaygılarıyla kesinlikle ilgilenmeyen, uçarı, zengin insanlar olarak gösteriyor. Modernistlerin tüketimi kontrol etme ve dünyanın sınırlı kaynaklarının ekonomik ve rasyonel kullanımı konusundaki endişelerinden hoşlanmıyorlar. Ayrıca modernistlerin çevreyi temiz tutmaya, yoksullar için evler inşa etmeye olan ilgilerini de yararsız buluyorlar. Onlara göre bütün bunlar bizi insanlıktan çıkaran bir can sıkıntısı ve depresyon kaynağı.
Postmodernizmin gündeme getirdiği sorular çoktur: Postmodern gerçeklik, tüm gerçeğin ortadan kaybolması ise, o zaman bu gerçeğin kendisi neden gerçektir? Eğer bilim nesnel değilse, 1 artı 1'in 2'ye eşit olduğunu nasıl söyleyebiliriz? Modernizm sadece Nazizm, Stalinizm ve Hiroşima mı?
Durum şu ki, modernizm içinde başka bir gerici eğilimle, kendi dışındaki her şeyi reddeden ve yüksek sesli bir gürültüyle narsist benliğinin içine kapanmış romantik bir bilinçle karşı karşıya bulunuyoruz.
Belki de postmodernizmin, günümüzde barbarlığıyla patlak veren popülist felaketler öncesi olgulardan biri olduğunu söylemek mümkün.
TT
Postmodernizm neyin öncesi?
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة