Hazım Sağıye
TT

Irak savaşını tekrar muhasebe edelim

Bir dönüm noktası olarak 2003 Irak savaşı, daha uzun bir süre bizimle yaşayacak.
Günler önce yâd edilen 20. yıldönümü, kabarık anı albümüne veya Abbas Beydun'un bir romanının başlığını ödünç alacak olursak ‘Hasar Albümü’ne ekleniyor.
İster Irak ister Filistin isterse başka bir ülke ile ilgili olsun albümün içeriği bizi bir yıl da geçse 10 yıl da geçse ağlatır.
Ağlamalarımız durmaz. Feleğe söveriz. Değişmez, kendini tekrarlayan, can sıkıcı mağduriyet anlatısını devam ettiririz.
Bu olayın, diğer olaylarımıza nazaran, siyah-beyaz bir yargılamaya daha az açık olması muhtemel. Ancak kavramların tek taraflı ve kapalı yorumlarını bir kenara bırakacak olursak, bir istila ve işgal aynı zamanda özgürleştirici bir eylemdir.
Birinci gerçeği yani işgal gerçeğini görmezden gelenler, bize, Colin Powell'ın o dönemde sunduğu türden sahte yasal gerekçeyi esas almakla yetinenlerdir. Onlar hukukun işlemediği uluslararası ilişkiler vaat ediyorlar.
Böyle ilişkiler, en güçlünün kendisine göre daha zayıf olana her istediğini yapabileceği ilişkilerdir. Böyle bir denklemin prensipte ahlaki ve siyasi olarak kabul edilebilir olması beklenemez.
İşgalin etkisi Irak'ı aşarak, diğer ülkelerin tiranlarına müdahale ilkesine kadar uzandı.
Müdahalenin sonuçlarının Batı'nın geri çekilmesinde büyük payı vardı. Böylece Irak'tan çekilme, İran'a ‘boşluğu doldurma’ daveti haline geldi.
Bunun ışığında Sünni-Şii çatışması, Saddam döneminde İran-Irak savaşındaki boyutunu aşarak bölgede tekrar baş gösterdi.
Öte yandan -ki bu da mezhep çatışmasının alevlenmesine katkı sağlamıştır- Irak macerası, El Kaide örgütüne Afganistan’ı kaybının telafisi olarak Irak'ı hediye etti.
Ayrıca bölgenin demokrasiye olan güveni azaldı, ki bu zaten sallantıda olan bir güvendi.
Yine bölgenin sallantıda olan uluslararası hukuka olan güveni de azaldı.
ABD tarafından zayıf görülen uluslararası hukuka genel olarak kanunun zayıf görülmesi eklendi.
Böylece Irak, soğuk ve zorba bürokratik prosedürün gücüyle yönetildi. Aynı şey Ebu Gureyb Hapishanesi, Bucca Kampı ve buralarda yapılan vahşet dolu eylemler için de geçerli.
İşgal sonrası paralı askeri grupların yaygınlaşması, sınırların ötesinde faaliyet gösteren ve büyük güçler tarafından desteklenen silahlı çetelere ardına kadar kapı açıldı.
Buna karşılık ikinci gerçeği, yani diktatörden kurtuluş gerçeğini görmezden gelenler, bize daha kötü bir şey vaat ediyor: Aslında seçilmemiş olan ve 35 yıl boyunca halkına, kimyasal bombalar atmak ve barışçıl komşusunu işgal etmek gibi her türlü zulmü reva gören bir rejimden bahsediyoruz. Bunlara rağmen bu rejim halkı tarafından devrilemedi. Durum şu ki, Saddam rejimi gibi rejimlerin içeriden yıkılması sayısız tecrübenin de gösterdiği gibi epey zordur.
Daha da kötüsü meselenin özgürleştirici boyutunun göz ardı edilmesi şu iki gerçeğe dikkat etmiyor: Saddam rejimi gibi bir rejimin kurduğu hukuksuz ortam, işgalle kurulabilecek her hukuksuz ortamı gölgede bırakır.
Prensip olarak, federal bir sistemde seçimlerin yapılması, siyasi partilerin ve gazetelerin kurulması, Kürtler gibi büyük bir azınlığın önemli ölçüde özgürlüğe sahip olması ilginç bir şey değil.
Yarı tanrılardan birini deviren “Irak’ın işgalini”, 10 yıldan kısa bir süre sonra yarı tanrılarını devirmek isteyen birçok Arap halkının ayaklanmasına bağlamak abartı olmaz.
ABD müdahalesinden önce Irak'ın sahip olduğu ve yalnızca müdahalenin bozduğu şanı ve birliği hakkında zayıf bir nutuk atmaya sığınarak bu anlamların inkâr edilmesi, acınasıydı ve hala da öyle.
Irak'ın modern tarihi ve Ortadoğu’nun modern tarihi hakkında edinilen oldukça yüzeysel bir bilgi, bu nutuğun bir yalan söyleme alıştırması olduğunu göstermeye yeterli olacaktır.
İşgalin anlamı ile kurtuluşun anlamı arasındaki denge nerede kurulur? Birinin diğerine ağır basmasına sebep olan şey nedir?
Cevap büyük olasılıkla Iraklıların kendisinde.
Buradaki esas nokta, sonucun saldırganlık için bir sebep olmamasıdır.
En başından beri, Baas'ın kökünün kazınması ve ordunun tasfiyesi, ABD’nin talebinden çok Şii ve Kürtlerin isteğiydi.
İşgale karşı direniş, İran ve Suriye rejimleri gibi rejimler tarafından desteklendi ve Sünni militanların Şiileri hedef alması, büyük olayın Şiilerin Sünnileri devirmesi olarak yorumlanmasına bir yanıttı. Bunların hepsi 2006 iç savaşı ile taçlandı.
Daha sonra DEAŞ doğdu ve Musul’u ele geçirerek ‘kendi devletini’ kurdu.
Bu sırada Irak, İran'a teslim edildi. Siyaset tamamen mezhep kimlikleri arasında bölündü.
Öyle ki, seçimlerin kendisi bir mezhepçi kutuplaşma müsabakası haline geldi.
Astronomik yolsuzluklar, mezhep kimliğine bağlılığın ve çalınanların bir kısmının da mezhepçiliğe aktarma sayesinde örtbas ediliyordu.
En sonunda 2019 ayaklanması patlak vererek Sünniler ve Şiiler ile Araplar ve Kürtleri bir araya getiren herhangi bir ortak ulusal eylemin geçmişte kaldığını kanıtladı.
Iraklıların sorumsuzluğu ve ulusal bir siyasi toplum olmadıklarının ortaya çıkması, Irak’ı ve onunla birlikte ABD’yi anlamsız bir alana sıkıştırdı.
Böylece Irak’ın 2003 sonrası siyasi tecrübesi ne başarılı oldu ne de başarısız.
Bugün Sudan'daki mevcut trajedide bunun bir kısmını görüyoruz. Sudan bildiğimiz kadarıyla işgal edilmedi.
Ya Saddam Hüseyin, Muammer Kaddafi ve Zeynel Abidin bin Ali gibi Ömer el-Beşir de devrilmemeliydi;
Ya da peş peşe kurulan ve kurulmaya devam eden rejimler de dahil olmak üzere bölgemizin dünya ve kendisiyle olan ilişkisini daha derin ve köklü bir şekilde düşünmeliydik...