Hazım Sağıye
TT

​Irak ve Lübnan'daki durumu safsatalarla açıklamaya çalışmak

Şiddetin kökenleri üzerinde çalışan bazı uzmanlar, işkenceye maruz kalanların dile ve konuşmaya ait olmayan ilkel sesler çıkardıklarını belirtirler. Söylediklerine göre işkence, onlardan çıkan sesleri, ilk biyolojik kökenine, dilin iletişim ve anlaşma aracı olarak icat edilmesinden önceki eski kökenimize döndürür.
Bugün Beyrut ve Bağdat arasında duyduğumuz şey de buna benziyor. 2 başkentin yöneticileri bir anlam teşkil etmeyen ve başı sonu ile çelişen sözler söylüyorlar. Konuşmalarında tanım ile tanımlanan arasında hiçbir bağ yok. Tedavinin hastalığın kendisi ile hiçbir benzerliği yok.
Doğal olarak, söz konusu etkili kişiler ve yöneticiler de işkence yapanlara benziyorlar onların kurbanlarına değil. Buna karşın savundukları ya da haklı göstermeye çalıştıkları konumun da onlara farklı türde bir işkence uyguladığı kesin. Üstlenmiş oldukları görev imkansıza yakın. Bu da onların çelişkili veya anlaşılmaz, hiçbir anlam teşkil etmeyen sesler çıkarmalarına neden oluyor.
Örneğin Lübnan Cumhurbaşkanı, verdiği demeçte, ayaklanan gençlerine yönetimde hiç kimse ile diyalog kuramıyorlarsa çekip gitme çağrısında bulundu. Geleceğe güvence olarak “kişisel tarihi”ni gösterdi. Batılı ülkeleri, Lübnan ekonomisini zayıflatmak ve Suriyeli mültecileri topraklarına yerleştirmesi için Lübnan’a baskı yapmakla suçladı.
Bu demeçte dil, anlaşılma misyonunu yerine getiremedi. Bunun yerine daha çok kendisi icat edilmeden önceki anlaşılmaz seslere yakındı. Neden olduğu yanlış anlaşılma ile de bütün ülkenin yeniden öfke ile ayaklanmasına yol açtı. Cumhurbaşkanı  yani “herkesin babası”  çocuklarına çekip gitme  çağrısı yapıyor, geçmişte babalarının ülke dışına gitmelerine neden olan tarihine güveniyor ve faydalı tek bir bilgi bile vermeden Batı’ya ve mültecilerin yerleştirilmesine ilişkin meselelerde görüş bildiriyor.
Mişel Avn’ın meydana çıkması, ağır topları sergileme politikasının devamı gibiydi. Böylece Lübnan Merkez Bankası Başkanı Riyad Selame ve “direnişçi” Hasan Nasrallah’tan sonra Cumhurbaşkanı Mişel Avn da meydana çıkmış oldu. Ancak ikna gücüne sahip araçlar olarak tanımlanan bütün bu silahlar ağır olmak bir yana aksine hafif silahlar gibi göründüler.
Hiçbiri, kafası karışık bir Özgür Yurtsever Hareket milletvekilinden ya da Hizbullah’ın bir strateji analistinden daha etkili olduğunu kanıtlayamadı. Muhammed Safadi’yi başbakanlığa aday göstermekle de bu etkisizlik zirveye ulaştı. Zira sokaklardaki halk Beyrut’taki “Zaitunay Bay”a karşı sloganlar atıp ona zorla girmeye çalışırken iktidarın anahtarları Zaitunay Bay’a teslim edilmek isteniyor.
Nasrallah’ın son konuşması bizi, Lübnan’daki perişan haldeki ekonomik durumun ABD komplosunun bir sonucu olduğu konusunda ikna etmeye çalıştı. Bize, tedavi için felaketzade ülkelerden istiyebileceğimiz bir dizi sıkıntılı model önerdi.
Çözüm olarak ülkeye Çin yatırımlarını çekmeyi önerdi. Bunun önünde sadece Lübnan devletinin Çinlileri ağırlamasını engelleyen ABD’nin durduğunu söyledi. Ancak Hizbullah Genel Sekreteri bu sözleri sarfederken bazı basit gerçekleri gözden kaçırdı.
Bunlardan biri de ABD ile Çin arasında yaşanan ticaret savaşlarının 2 ülke arasındaki devasa ticaret hacmi olmasaydı patlak vermeyeceği gerçeğiydi.
Nitekim meslektaşımız Muhannad el-Hac, El-Modon sitesinde Nasrallah’ın gözden kaçırdığı diğer bilgileri de hatırlattı: “Özellikle ABD’nin, Suriye rejimine karşı baskı kartlarına sahip olmadığı göz önüne alınırsa neden Çin şimdiye kadar Suriye’nin imarı için 1 milyar bile harcamadı? Çünkü Çin sadece büyük kazançlar elde edeceğini düşündüğü yerlere yatırım yapar.
Gerçek şu ki bölgedeki dev Çin yatırımları çoğunlukla Mısır, Fas ve Körfez ülkeleri gibi Washington’un müttefiği olan ülkelerde bulunuyor.
Çin’in şartları katıdır. Çoğu durumda da yatırım yaptığı ülkelerdeki yerel ekonomi için kazançlı değildir. Bunun yanısıra Pekin, İran meselesinde olduğu gibi bölgede ABD’nin politikalarını dikkate alıyor.”
Buna paralel olarak Irak da benzer şeylere tanık oluyordu. Bir yandan Irak devriminin, ulusal Irak’ı ve onunla birlikte İran-Irak dostluğunu yıkmayı amaçlayan bir ABD komplosundan ibaret olduğu belirtiliyor.
Diğer yandan ise yaşananların sorumlusu ve halkın onlara karşı ayaklandığı kişilerin 2003’te ABD’lilerin Irak’ta görevlendirdikleri kişiler olduğu söleniyor.
Bu iki gerçeği bir araya getirdiğimizde ancak şu sonuca ulaşabiliriz: Irak halkı, ABD’lilerin Irak’ı ve İran ile dostluğunu yıkmak için göreve getirmiş olduklarına karşı ayaklanmış bulunuyor.
Elbette her bir çelişkinin içerisinde başka çelişkiler ve safsatalar yatıyor.
Örneğin; ABD’lilerin Irak’ta görevlendirdikleri kişileri, İran’ın memnuniyetle karşıladığı hatta el-Hekim gibi bazılarının ABD’nin girişinden sonra Bağdat’a doğrudan Tahran’dan gelmiş oldukları gibi.
Daha da önemlisi: İran-Irak dostluğunun ancak Tahran’a Irak’taki boşluğu doldurma fırsatı tanıyan ABD çekilmesinin bir sonucu olarak doğduğu ve geliştiğini ifade eden yüzlerce analiz okumuş olmamızdır.
Doğrusu iki ülke yöneticilerin yapmış oldukları bu tür afaki analizler, bugüne özel ve yeni bir şey değil. Örneğin 2005’te Lübnanlılar, ABD ve İsrail işbirlikçisi olmakla suçlananlara düzenlenen suikastlerin arkasında nasıl ABD ve İsrail’in olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. O günden bugüne birçok akıl halen bu bilmeceyi çözmeye çalışıyor ama başaramadı!
Ancak bugün durum kendisini gerekçelendirmeye çalışanlar için daha zor bir hale geldi. Bu nedenle daha çok dereden tepeden konuşuyor ve daha fazla anlamsız sözler, safsata ve mantıksızlık içeren iddialar sarfediyorlar.
Nitekim Irak ve Lübnan’da öne sürülen iki temel gerekçenin birbirine ne kadar paralel olduğuna bir bakın:
Bunların birincisi, Haşdi Şabi ve Hizbullah’ın halklarının ayaklanmasını desteklediklerini ama göstericileri dış güçlere karşı uyardıklarını iddia etmeleri.
İkincisi; Haşdi Şabi’nin DEAŞ’ı, Hizbullah’ın İsrail’i yendiğini dolayısıyla başkalarının yapmaya hakkı olmadığı şeyleri yapmaya hakları olduğunu belirtiyorlar.
Her iki temel gerekçede de kötü niyetlerinin ortaya çıkardığı bir muğlaklık ve anlamsızlık var.
Gerisi ise teferruattır!