Abdulaziz Tantik
TT

Bilim, felsefe ve akıl… 'Modernliğin doğuşu'

Modernlik, başından itibaren meseleyi açıklığa kavuşturmak ve nicelleştirme adına indirgeme yapmaktadır. Bu indirgeme en kaba biçimi ile ideolojiye dönüşmüştür. Tüm dünyanın modernleşmesi ideolojisi ve bu konuda batı dışındaki insanların insan sayılmama hadisesi de buna dahildir.
Ancak mesele daha derin; bilim, felsefe ve bunların dayanağı olan aklı kullanım alanı ‘itibari’ iken bu indirgeme sayesinde her şeye sirayet ettirilmesidir. Yani bu sınırlı alan dışında kalan her şeyi gerçeğin dışına iterek saçma kabul etmeleri ve bunu maalesef dünyanın diğer kültürlerine de kabul ettirmeleridir.
Şunu ifade etmekte yarar var: Modern bilgi ve bu bilgiye dayalı bilim ve felsefe klasik dönemden izler taşımakla birlikte çok farklı bir mecra üzerinden yürüdüğü gerçeğini açık bir şekilde ifade edelim… Her dönemde akla yapılan bir vurgudan söz edilebilir. Kültürlerin çoğu kendine has bir düşünce sistemine ve sistematiğine haizdir. Bu temel gerçeği de dikkate sunalım… Fakat bugün modernlik kültürü, bambaşka bir dünyanın kurulmasının imkanlarını, bilgi yöntemini ve varlık algısını oluşturdu. Ancak bu algısal durumlar insanlığın yararına mı, zararına mı, karar verilmesi gereken bir olguya dönüştü.
Bilim, felsefe ve akıl birbirini besleyen ve tamamlayan unsurlar olmakla birlikte batı modernliğini baskın karaktere dönüştüren şey; onun bilim anlayışı ve o bilime dayalı geliştirdiği teknolojik üstünlüğüdür. Bu teknolojik üstünlüğünü ise hem siyasi, hem askeri, hem de kültürel unsurlarda açık bir şekilde göstermektedir. İktisadi alana tahakküm derecesinde sahip olduğu gerçeği de bu teknolojik gelişmeler ve üstünlüklerine bağlı olduğu da bedihidir.
Mesele açıktır, sanıldığı gibi bilim, felsefe ve akıl; sorunların çözümünden çok sorunları çoğaltan bir özelliğe sahiptir. Bu yüzden kendi konumlarının dışında kullanılmaya başlandığı içinde öncelikle bilim akıl ve felsefeye yazık edilmektedir. İnsan çok boyutludur. Bu çok boyutluluğu içinde insana dair felsefe, bilim ve akıl kısmi cevapları verebilir. Ki bunun örneklerini de yaşıyoruz. Ama o kadar… Çok bilinmeyenli denklem içinde yaşamı sürdüren insanın felsefe, bilim ve akıl ile sınırlı kalması önce insana ihanettir. O yüzden insan, felsefi düşünceyi batı düşüncesinin tasallutundan kurtarmalıdır. Felsefe düşünce ise düşünce her kültürün ve insanın kendi uhdesinde bulunmaktadır. Bu temel gerçekliği dikkate almaktan başka seçenek kalmamaktadır. İdeolojiyi bir tarafa bırak derken öncelikle felsefe akıl ve bilimin ideolojiye dönüşmüş yaklaşımlarını bir tarafa bırakalım ki ne söylediğimiz açıklık kazansın.
Bilimin evrensel olduğu bir yalandır. Evrensel olabilmesi demek, bütün anlarda ve mekanlarda tecrübeye konu edilebilir olması anlamına gelecektir. Ki böyle bir tecrübeyi ortaya koyacak bir imkan olmadığı gibi bunu başaracak bir insan ömrü de bulunmamaktadır. Doğanın insana musahhar kılınışını bildiren vahiy, bize doğa ile ilişki kurduğumuzda doğanın bize göre kendisini şekillendirdiğini de söylemiş olmaktadır. Zaten son dönemde yapılan bilimsel çalışmalar, özellikle de kuantum fiziği ile birlikte şeyin gözleme göre biçim kazandığı açıklık kazandı. Yani mesele bir yöntem ile doğayı kendi isteğine göre biçimlendirme imkanı başından itibaren vardı, ancak bunu batı aklı sonuna kadar kullanma cüretinde bulunmuştur. Biliyorsunuz, ‘bilgiye cüret et’ ilkesi de onlara aittir. Bu onların mitolojilerinin de temelini oluşturuyor: ‘Ateşi çalmak’ gibi…
Şimdi meseleyi biraz daha derinleştirelim:
Dekart, düşünceyi eksene alarak insana düşünme üzerinden yeni bir dünya kurma imkanı sağladı. Daha sonra bu imkan akıl gibi temel bir aksiyoma dönüştürüldü. Hem rasyonel akım hem de pozitivist akım akla yeni bir şekil verdiler. Rasyonel akıl ile aklın dışında kalan bilme türlerini aklın boyunduruğu altına aldılar. Pozitivist akıl ile de deney, gözlem ve tecrübeyi de akıl üzerinden yeni bir dünyanın kurulmasının ideolojik zemini kıldılar. Şu itirazı bekliyorum; ama batıda bütün bu olguya karşı çıkanlar vardır. Evet, karşı çıkanlar olmakla birlikte iktidar, ifade ettiğimiz dünya görüşündedir. Kültürü, sanatı, edebiyatı, siyaseti ve hatta iktisat ile hukuku da belirginleştiren bu bakıştır. Bu temel gerçeği göz ardı edemeyiz.
Önce Metafizik bilgi alanının dışına çıkarıldı. Çünkü biz o metafiziği bilme imkanımız yoktu. O yüzden o inancın konusu olacaktı. Sonra yeni bir metafizik gerektiği gerçeği öne çıktı. Ve eğer bir metafizik olacaksa bu ancak aklın sınırları içinde anlaşılabilir ve algılanabilir olana tekabül etmelidir, dendi. Böylece inancın kendisini de akla tevdi ettiler. Mesele olarak artık aklın alanının dışında kalan her hangi bir şeyi absürt olarak betimlemek kaldı. Böylece batı dışında kalan bütün kültürlerin de ıskartaya çıkarılmasının imkanları doğdu. Zaten tarihsel süreçte de bunu gözlemleme imkanımız doğdu.
Tekrar Dekart’a dönecek olursak; iki şey oldu; ilki, bir boş form olarak düşüncenin önemi ve bunun insana has kılınması sayesinde daha önceden insanın bağımlı olduğu bütün algı ve olguların devre dışı bırakılması… İkincisi ise; içeriğin bizzat insan tarafından doldurulabilmesinin zemini doğduğu için merkeze insanın varlığının ve bilişsel imkanının girmesini sağlamış oldu. Böylece insan, özerkleşmiş ve her şeyi özerkleştirecek bir potansiyeli ele geçirmiş oldu. Bu özerkleşme batı düşüncesinin temelini oluşturur. Göreliliğinin ve evrensel oluşunun da teminatı durumundadır. Özerkleşme ile insan; Tanrı karşısında özerkleşti, kendi bilme yetisine güvenerek kendi dünyasını kendisi kurmayı tahayyül etti, tahayyülünü gerçekleştirdi. Kiliseden özerkleşerek, siyasi ve iktisadi bağımsızlığını kazandı. Doğadan özerkleşerek, özerk hale getirdiği doğayı denetim altına almayı sağlayacak teknolojiyi geliştirme zemini kazandı. Modern insanın bu kazançları aynı zamanda kendi yalnızlığının ve anlamsızlığının da zeminini oluşturdu. Bu ayrı bir tartışma alanı…
Bu özerklik iki temel şeyi beraberinde getirdi: Kurgu ve yapaylık…
Düşünce öznenin kendi içeriğini oluşturma becerisi üzerine kurulu olunca doğal olarak bir kurguya ihtiyaç hasıl oldu. Bu kurguyu Kant, zihnin kategorileri adı altında oluşturdu. Artık doğadan veya olgulardan elde edilecek bilgiyi hangi kategoriler üzerinden denetime tabi tutacağını öğrendi modern insan. Ama bir kusuru vardı bu mekanizmanın; kurguyu zorunlu kılıyordu. Çünkü her sistem doğal olarak bir kurguya dayalı olma zorunluluğunu hisseder. İşte modern insan, kendisinde oluşturduğu bilgiyi kurgu ile birlikte dünyanın oluşumunun zemini kıldı. Modern dünya bu kurgu üzerine kuruludur. Her şey denetlenebilir bir özelliğe haizdir. Orada irade yoktur. Duyguya da yer kalmayacaktır. Bu kurgusal özellik, modernliğin çok kısa bir zaman diliminde hızla iktidar olmasını ve yeni bir dünyanın kurulmasının aşamalarını aştı. Artık yirmi birinci yüz yılda bu yenidünyanın içinde yaşıyoruz.
Ama bir sorun oluştu…
Kurgu beraberinde yapaylığı getirdi. Modern dünya artık bir yapay dünyaya dönüşmüştü. Modern dünyanın kalbi yoktu. Ruhu da kaybolmuştu. Tanrı öldürülmüş, hiçlik ise her tarafta boy göstermeye başlamıştı. Hastalıklara çare bulunurken yeni türden hastalıkların zemini güçlenmiş ve boy göstermeye başlamıştı. Yani insan rahata erecek iken rahatı kaçmıştı.
Yapaylığın en temel sorunu, hiçleştirmedir. Sahici olan, samimi olan ve kendi olma deneyimleri yapaylığın kollarında can çekişiyordu. Evet, sistem tamamen yapay olmuştu. Bu yapaylık, aynı zamanda yapay zeka diye belki de insanlığın sonunu getirecek yeni bir zekaya ve bilme yöntemine kapı araladı. Çünkü artık canlı, varlık ve irade kavramları içerikten boşandırılmış ve yeni anlamlara kapı aralanmıştı.
Yapaylık, anlamı tüketmişti. Anlam tükenince değer tükeniyor. Değer kalmayınca yaşamın anlamı tükeniyor. Bu yüzden çatışma ve kaos zorunlu oluyor. Şu an yaşadığımız dünyanın bir kaos ve çatışma içinde varlığını sürdürmesinin tabii hale gelmesinin zeminini de burada aramak şart oldu.
Batı içinde buna itiraz eden sesler oldu. Friedrich Nietzsche bunlardan biriydi… Ama anlamı yeniden bulmanın imkanını kaybetmişlerdi. Çünkü insan anlamdı. Ama anlamı bulmaya yeterli değildi. İnsanı kendi doğasından koparttığınız andan itibaren insan yalnızlaşır ve anlamını kaybederek kaybolurdu. Kaybolmuş insan, arzularının esiri halde iken bu esir edildiği hal üzerinden de sürekli yeni bağlarla bağlanmaya başlanmıştı. Yitik insan, yitik oluşunun farkındalığını da kaybettiği için rüzgar önünde yönünü kaybetmiş şekilde sürükleniyordu biteviye…
Bugün Kemalist, muhafazakar aydınlara dindar bazı aydınlar da katılarak akıl, felsefe ve bilim vurgusu yapmaya ve bunun dışında kalan düşünce biçimlerinin gerçeklikle bağı olmadığını yüksek perdeden söylemeye başladılar. Bunu da baskın kültürün kodlarına yaslanarak yapıyorlar. Halbuki gidişat ise çok kötü bir noktaya yönelmiş durumda… Yani insan mekanik bir dünyaya hapsediliyor. İnsanlığından soyutlanan insanın insan kalma meselesi ise gündemde yok. Bunu tartışan aydınlar, entelektüeller ise gerici, felsefe yapmadıkları gibi argümanlar üzerinden saldırıya uğruyor. Halbuki varlığı biraz gözleseler, ya da tarihsel sürekliliği içinde insan gelişiminin dinamiklerini dikkatle takip etseler, anlayacaklar.  Mesele öyle indirgeyerek çözülecek gibi durmuyor. Tarihin en büyük zenginliğine ve bilimsel verilerine sahip batılı aydın insanının yabancılaşmasının katlanarak devam edişini açıklamak mümkün mü? Dakikada yüzlerce suç işlenmesi, ölümün gözden ırak tutulması, güzelliği niceliğe dönüştürerek o ölçülere uymayan kişilerin yaşadığı ruhsal buhranların oluşturduğu acılar... Çoğaltılarak aktarılacak o kadar şey var ki...
Eğer insan çok boyutlu ise ki bu çok boyutluluğu tartışma dışıdır, ona ancak çok boyutlu bir epistemik yapı ile karşılık verilebilir. Bu yüzden insanlık tarihi boyunca insana dair ve insanların düşünenleri tarafından oluşturulmuş farklı bilme yöntemlerini yeniden ele almakta fayda vardır. Meselenin özü budur. Gerisi ise sadece kendi arzu ve isteğini, iktidar beklentini karşılamaya matuftur...
Çözüm ise insanı yeniden düşünmek ve onun içinde var olduğu atmosferi yeniden kurmak, aşkınlığının insanın temel bir özelliği olduğu gerçeğine uyanmak ve yeni bir insan tanımı üzerinden yeni bir epistemeye yönelmekten geçmektedir. Bu yeni episteme kurgusallığın farkında olarak yapaylığa yol açmamalıdır. Farklı epistemelerin mümkün ve normal oluşunu kabul ederek başlamalıdır. Epistemenin bu farklılığı birbirini tamamlayan bir özelliğe sahip oluşunu kabul ederek başlangıç yapılmalıdır. Aşkınlığın yokluğu anlamın yokluğunu içinde taşıdığını idrak ederek dünyayı sil baştan yeniden düzenlemenin iradesini göstermeye azimli olmalıdır. İnsan, bütün içinde insan olma vasfını kazanacağı gibi bu bütünselliğin bizzat insanın makro boyutunu içerdiğini de algılamalıdır. Yani özerklik, kısmi olarak doğru olabilir. Bu insanın sorumluluğunu içerir. Ancak mutlak bir özerklik insanı yalnızlığa duçar kılar. İnsan yaratıldığını unutmamalı, Yaratıcının gönderdiği bilginin onun aklını ve kalbini itminana taşıdığını tecrübe ederek öğrenmelidir. Zaten bu tecrübe insanın genetiğinde mevcuttur. Dün nasıl insan bu tecrübeyi idrak ettiyse bugünde bu tecrübeye açık olduğunu idrak edebilir.