Vahdettin İnce
Yazar
TT

​Diloptan damlaya evrilen kader ürpertisi

Allah bilir, şimdi siz İbn Haldun’un Afrika çöllerinde elma ağacının gölgesinde yatarken başına sert bir elmanın pat diye düşmesinden dolayı acı içinde kıvranırken bir yandan da peştamalını tutarak “coğrafya kaderdir” diye bağırdığını sanıyorsunuz. O iş öyle olmadı işte. Sen nereden biliyorsun diyeceksiniz şimdi de. Efenim, geçen akşam başıma bir dilop düştü de oradan biliyorum.
Dilop Kürtçe bir kelimedir. Toprak damlı evlerde yaşamışsanız bilirsiniz, yağmurlu havalarda toprak dam bir sünger gibi suyu çeker ve bir süre sonra da evin içine damlamaya başlar. Bazı rivayetlerde “akmasa da damlıyor” sözü bundan mülhemdir deniyor. Ben ravilerin yalancısıyım. İşte biz bu damlalara Kürtçe’de “dilop” deriz (efenim İngilizler drop derler. Ihım). Benim dilop ile imtihanımın Van’dan İstanbul’a kadar uzanan coğrafya gibi uzun bir hikayesi var.
Sene… yirminci yüzyılın yetmişli yıllarının sonlarıydı. Lisede okuyordum. Ağrı’nın Hamur ilçesine bağlı dağ köylerinden birinde vefat eden yakın bir akrabamızın taziyesine gitmiştik, babam ve amcalarımla birlikte. Kürt taziyelerini bilirsiniz. Belki de bilmezsiniz, ben anlatayım: Gelenin gidenin haddi var hesabı yok. Üstelik günlerce, bazen aylarca sürer. Bugünkü gibi taziye evleri de yoktu o zamanlar. Vefat edenin evinde oturulur, Fatihalar okunur, sonra yeni gelenlere yer açmak için dışarı çıkılırdı. Yoğun bir trafik. Bizim gibi dışarıdan gelenler elbette hemen evlerine dönemezlerdi. Köylüler taziye sahiplerinin yükünü hafifletmek için dışarıdan gelenleri birer ikişer alıp evlerinde misafir ederlerdi. Vefat eden akrabamızın bir komşusu bizi evinde misafir etti. Müthiş bir yağmur yağıyordu. Toprak dama düşen yağmur tanelerinin sesini içeriden duyuyorduk. Mübarek yağmıyordu, adeta damı dövüyordu. Oluklardan oluk oluk akmaya başladı sular. Bir süre sonra oluklar yetmez oldu ve suya doyan toprak oluklardan arta kalan suları bize doğru yani evin içine doğru dilop olarak sızdırmaya başladı. Ev sahibi tabak tencere ne bulduysa getirdi. Önceleri birkaç yerden damlıyordu. Yataklarımızda kıvrılmış boş tencerelere düşen dilopların çıkardıkları ting ting (boş tencereye düşen dilop’un çıkardığı Kürtçe ses) sesleri dinliyorduk. Henüz yatağımın serildiği tarafta diloptan eser yoktu. Tencereye düşen ve başlarda ting ting diye ses çıkaran, sonraları şelp şelp (içinde su biriken tencereye düşen dilop’un çıkardığı Kürtçe ses, İngilizler shlap derler. Bir dahi ıhım) diye ses çıkaran dilopların melodik vuruşları bana ninni gibi geliyordu. Bir süre sonra uykuya dalmışım. Neden sonra alnımın tam ortasına şîrp sesini çıkararak (insan bedeninin herhangi bir yerine düşen dilopun çıkardığı Kürtçe ses) çarpan bir dilop yüzünden uyandım. Alnımdan ayaklarıma kadar bir ürperti sardı bedenimi. Ben daha ne olduğunu anlamadan şîrp sesleri sıklaşmaya başladı. Homurdanarak yataktan fırladım. Cılız bir ışıkla dilopların sesleriyle uyumlu bir şekilde kıvrılarak raks eden gaz lambasının kenarındaki küçük çarkı kullanarak fitilini biraz yukarı çevirip ortalığı aydınlattım. Henüz dilopların keşfetmediği bir köşe buldum, yatağımı oraya taşıdım. Tekrar uykuya daldım. Bir dilopa maruz kalmamak için yorganı başıma çekmiştim. Sabah erkenden uyandım. Yağmur kesilmişti. Ama yorgan sırılsıklamdı. Altına kaçırmış bir çocuk mahcubiyetiyle diğer misafirlere baktım. Şaşkın gözlerle bana bakıyorlardı. Gece boyunca damlaların elinden uyuyamadık biz, sen hiç uyanmadın mi diyorlardı. Yatağımın kuzeyden güneye doğru mekan değiştirdiğini fark etmemişlerdi demek ki. Şoku atlatmıştım. Bu sefer mahcubiyet sırası ev sahibindeydi. Özür üstüne özür diliyordu. O kadar söyledim oğluma şu damın toprağını biraz sıkılaştıralım diye.
Köyümüze dönerken şîrp diye alnımın tam ortasına çarpan dilopun ürpertisini bedenimde soğuk bir kader gibi hala hissediyordum.
Sene… yirmi birinci yüzyılın iki bin yirmisi. Bundan on yıl kadar önce İstanbul’da krediyle bir ev aldım. Kalabalıktır benim aile. Bu yüzden dubleks olmasını tercih etmiştim ve tabi ağır bir borcun altına girerek. Öde öde bitmeyen cinsinden. Neyse, malumunuz bir hafta on gündür İstanbul’a aralıksız yağmur yağıyor. Lafı dilopa getireceğimi siz de anlamışsınızdır. Efenim, geçen akşam yatağa uzanmış tam uykuya dalmıştım ki alnımın tam ortasına şıp ( insan bedenine çarpan damlanın çıkardığı Türkçe ses) diye düşen damlanın sebep olduğu ürpertiyle yataktan fırladım. Tanrıya şükür Hamur’un dağ köyünde değilmişim. Aslında damlanın çıkardığı Türkçe sesten anlamalıydım ama insan ilk anda algılamayabiliyor. Allah Allah dedim, bu neydi şimdi! Çatı mı damlıyordu ne! Bir koşu kendimi salona attım. Terasa çıkan merdivenin dibinde çıplak ayağım haşırt (çıplak ayağın su birikintisine sertçe basması sonucu çıkan Türkçe ses) diye ıslak zemine bastı. Damlaya damlaya göl olmayı öğrenmişti bizim dilop. Ayaklarımın dibinden alnıma doğru soğuk su sızıntısı gibi bir ürperti yayıldı. Cilalı tahta zemin kaygandı. Boylu boyunca küt diye düştüm. Karanlıktı başımın etrafında dönen yıldızları göremiyor sadece vızıltılarını duyuyordum. Işığı yakmış başımda biraz sinsice gülen hanıma baktım ve “evreka” diye bağırdım. “Dilop kaderdir” gibi anlamsız cümleleri sarf ettiğimi görünce garibim başımı sertçe çarpmaktan dolayı hafızamı kaybettiğimi sandı bir müddet. Oysa ben elli yıldır bir varoluşsal sancı gibi yakamı bırakmayan felsefi bir ürpertiyi neticelendirmiştim.
Soru şu: İbn Haldun’a “coğrafya kaderdir” dedirten hikaye neydi?