Ayasofya’nın tekrar camiye dönüştürülmesi kararı, İslam’ın mabetlere bakışını ve tarih içerisindeki uygulamaların mahiyetini tekrar gündeme getirdi.
Bu yazımızda gündelik polemiklere sürüklenmeden İslam’ın inanç özgürlüğüne bakışını, gayrimüslim mabetlerinin Kur’an ve onun uygulaması olan sünnet ölçülerindeki konumlarını irdelemeye çalışacağız.
Hristiyan mabetlerini tanımlama adına kullanılan kelime sadece kilise değildir. Aynı zamanda Arapça kaynaklarda bia, (çoğulu biyu’), deyr, umr, kalaye ve savma (çoğulu savami) gibi kelimelerle ifade edilmiştir.
Kur’an-ı Kerim’de geçen “Onlar yalnızca; ‘Rabbimiz Allah’tır’ demelerinden dolayı haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar. Eğer Allah’ın insanları kimini kimiyle yenilgiye uğratması olmasaydı manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın isminin çok anıldığı mescitler, muhakkak yıkılır giderdi. Allah kendi dinine yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah, güçlü olandır, aziz olandır” (Hacc 22/40) ayetindeki “savami” ve “biya” kavramlarının, farklı biçimde yorumlanmış olmakla birlikte genelde “manastır, kilise” anlamları taşıdıkları kabul edilmektedir. (Öztürk, Levent “Kilise md.”, DİA XXVI, s. 14)
İslamiyet başka din mensuplarını, ibadetlerini rahatça yerine getirmeleri ve inandığı değerleri uygulama konusunda serbest bırakmıştır.
Hz. Peygamber’den itibaren İslâm toplumunda yaşayan gayrimüslimlerin (Yahudi, Hıristiyan, Mecusi, Sabii ) din ve vicdan özgürlükleri bütün unsurlarıyla Kur’an-ı Kerim’in anlayışına uygun olarak sağlanmıştır. (Köse, Saffet, İslâm Hukuku Açısından Din ve Vicdan Hürriyeti, İz Yayıncılık, İstanbul 2003, s. 35.)
Din ve vicdan özgürlüğünü açıkça belirten; “Dinde zorlama yoktur. Doğru yol sapıklıktan, hak batıldan ayrılıp belli olmuştur. Artık kim tağutu reddedip Allah’a iman ederse, işte o kopması mümkün olmayan en sağlam tutamağa yapışmıştır” (Bakara 2/256) ayeti ve bu anlamı içeren Yunus suresinin 99. ayeti ile (18.) Kehf suresinin 29. ayeti dinde zorlama anlayışının kabul edilemez olduğunu vurgulamaktadır.
Ayrıca İslam hukukçuları gayrimüslimlerin İslam toplumundaki hürriyetlerini “Onları kendi inançlarıyla baş başa bırakma prensibi” ile ifade etmişlerdir” (Serahsî, Muhammed b. Ahmed Şemsuddin, el-Mebsut, Daru’l-Ma’rife, Beyrut 1989/1409, XI, s. 102.)
Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)’in, Hıristiyan olan İbn-i Haris b. Ka’b ve kavmine yazdırdığı anlaşma metni şöyledir:
“Şarkta ve garpta yaşayan tüm Hıristiyanların dinleri, kiliseleri, canları, ırzları ve malları Allah’ın, Peygamber’in ve tüm müminlerin himayesindedir.
Hıristiyanlık dini üzere yaşayanlardan hiç kimse istemeden İslam’ı kabule zorlanmayacaktır. Hıristiyanlardan birisi herhangi bir cinayete veya haksızlığa maruz kalırsa Müslümanlar ona yardım etmek zorundadırlar.”
(İbn Hişam, Ebu Muhammed Abdulmelik, Es-Siretü’n-Nebeviyye, Daru’t-Türasi’l-Arabiyle, Beyrut, 1396/1971, II/141-150)
“Necrânlı Hristiyanlar, Midras’larının (okul ve mahkeme) başkanı ve piskoposları durumundaki Ebû Hârise İbn Alkame, onun naibi Abdu’l-Mesîh ve kervan başkanı el-Eylem’in idaresinde altmış kişilik bir heyeti Medine’ye gönderdiler.
Onların giysileri ve develeri Medinelileri çok etkilemişti; öğleden sonra geç saatlerde, Mescid-i Nebevî’de Muhammed (a.s.)’ın huzuruna çıktılar. Daha sonra kendilerine has ibâdetlerini yerine getirmek istediler; bu amaçla Resûlullah (a.s.) dışarı çıkıp Mescid’i onlara bıraktı: “İbâdetleri sırasında doğuya yöneldiler.”
(Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, c: 1, s: 619-620, 1022. paragraf)
Peki, Müslümanlar siyasi bir güç olduklarında ve gayrimüslimlere ait toprakları ele geçirdiklerinde Kiliselere nasıl davranmalıdırlar?
Bu sorunun cevabı da yine Kur’an’ın pratiği olan sünnette ve o pratikleri esas alan Raşid halifelerin uygulamalarında cevaplanmıştır.
Özellikle Asr-ı Saadet’te Hz. Peygamber (s.a.v) ve Raşid halifeler dönemlerinde bu konudaki uygulamaları vesikalarla gün yüzüne çıkaran, Muhammed Hamidullah gayrimüslimlere tanınan dini ayin ve ibadet özgürlüğünü icra etme hürriyetinin sağlandığı kilise, havra ve benzeri mabetlerin korunmasını kayda değer belgelerle ispat etmiştir.
Bu vesikalardan biri olan ve Necran Hıristiyanlarıyla yapılan zimmet antlaşması çerçevesinde onların mabetlerine dokunulmayacağını belgede şu şekilde ifade etmektedir:
“Kiliselerin hiç biri yıkılmaz. Kiliseleri camiye ve evleri Müslüman evlerine dönüştürülemez…” (İbn-i Sad, Tabakatu’l Kubra, C.1 sf.291)
Kilise ve manastırlar saygınlık ve dini gereklilikleri için harcama yapmaya ihtiyaç duyarlarsa bu harcama zimmetlerine borç olarak yüklenmez. Bilakis, İslâm toplumundan onlara bir ihsan ve lütuf olarak devlet hazinesinden “Beytü’l-mal”dan yardım edilir.
Buraya kadar gördüğümüz Kur’an’da ve sünnette kiliselerin camiye çevrilmesine, bırakınız cevaz verilmesi böylesi bir davranışın yasaklandığıdır.
Tarih içerisinde yüzyıllar sonra yapılan aksi uygulamaları savunmak adına öne sürülen bir argüman ise Mekke’nin fethi sonrası Kabe’nin putlardan temizlenmesidir.
Oysa öne sürülen bu örnek/kıyas yanlıştır; çünkü Kabe yapılışı/aslı itibarıyla bir müşrik mabedi değildi. Hz. İbrahim tarafından Tevhitçi bir mabet olarak inşa edilmiş zaman içinde putlar konmuştu.
O halde bile Tevhidi savunanlar ve müşrikler ortak ibadet ediyorlardı. Hz. Muhammed’in yaptığı işlem başka bir dine ait olan bir mabedi dönüştürmek değil zaten dejenere edilmiş bir mabedi aslına döndürmek/ restore etmek olmuştu.
Resulullah hayatı boyunca hiçbir kiliseyi ya da havrayı ele geçirip cami yapmamıştır. Aksine bunu yasaklamıştır.
Peki, Resulullah’tan (sav) sonra Halifelerin ve sahabilerin uygulamaları ne yöndedir?
Onların da Kur’an ve Sünnet doğrultusunda hareket ettiklerini okuyoruz kaynaklarda.
Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinde tek bir kilise ya da havra camiye çevrilmemiştir.
Hz. Ömer’in Kudüs’ü fethi
“Hz. Ömer Emannamesi” olarak bilinen vesika ile köklü hale gelmiştir. Hz. Ömer fethin nişanesi olan bu vesika ile şehre layık olduğu ehemmiyeti vererek şehrin dini, kültürel ve sosyal çeşitliliğini muhafaza etmeyi; temel hak ve özgürlükleri garanti altına almayı amaçlamıştır.
Taberi’ye ait olan en uzun Emanname metni ise şu şekildedir:
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, Bu sözleşme, müminlerin emiri ve Allah’ın kulu Ömer tarafından İliya (Kudüs) halkına verilen bir emandır. Onların canlarına, mallarına, kiliselerine, haçlarına, yerleşik ve göçebe olan bütün fertlerine verilen bir teminattır.
Kiliseleri mesken yapılmayacak, yıkılmayacak ve kısmen dahi olsa işgal edilmeyecektir. İçindeki kutsal eşyalara dokunulmayacaktır. Mallarına el sürülmeyecektir.
Kimse dinî inançlarından dolayı zorlanmayacak, kendilerine asla zarar gelmeyecek ve yurtlarına Yahudiler iskân olunmayacaktır. Buna karşılık onlar da cizye vereceklerdir. Bunlardan kim yurdunu terk etmek isterse, gideceği yere kadar mal ve can emniyeti sağlanacaktır. Yurdunda kalmak isteyenler ise, güvende olacaklardır ve cizye vereceklerdir.
Dileyen Rumlarla gidecek, dileyen de toprağına dönecektir. Hasat elde edinceye kadar onlardan bir şey istenmeyecektir. Bu, Allah’ın Resulü’nün, halifelerin ve müminlerin Kudüs halkına verdiği güvenlik ahdidir. Cizye ödedikleri müddetçe geçerlidir.
Şahitler: Halid bin Velid, Amr bin As, Abdurrahman bin Avf ve Mu’aviye bin Ebi Süfyan, hicri 15 yılında hazırlandı ve yazıldı.” (Eman metni hakkında detaylı bilgi için bkz: Awaisi, Abd Al-Fattah “İslam Fetih Hukukunun Can Verdiği Belge – Ömer Emannamesi”, Derin Tarih Kudüs Özel Sayısı 10, 2017, s.52-59)
Fethin nişanesi olan emanname, hem Müslüman fatihin İliya sakinlerine karşı sorumluluklarını ve tebânın kurulan bu düzene karşı görevlerini açıklar. İslam anlayışının bir yansıması olarak tezahür edecek olan eman (güven) anlayışı 88 yıl süren haçlı işgalinin ardından 1187 yılında Selahaddin Eyyubi tarafından tekrarlanacaktır.
Hz. Ömer (ra), “Kiliseleri mesken yapılmayacak, yıkılmayacak ve kısmen dahi olsa işgal edilmeyecektir.” hükmüyle Kur’an’ı ve Resulullah’ın Sünnetini izlemiştir.
Kudüs’ün fethi sırasında Hz. Ömer, Kimame kilisesinin avlusunda oturmuş.
Namaz vakti yaklaşınca kilisenin dışına çıkıp kapının eşiğindeki basamakta tek başına namaz kılmıştır.
Sonra oturup patriğe hitaben; “Şayet kilisede namaz kılsaydım benden sonra Müslümanlar burada namaz kıldı diye kiliseyi elinizden alırlardı” diye empatik yaklaşımını dile getirmiştir. (Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri Anabilim Dalı Mabet Ve Hükümleri Yüksek Lisans Tezi Serdar Doğanay Elazığ – 2013)
Bu konuda ileri sürülen tek örnek Şam’ın fethinden sonra inşa edilen camidir. Oysa detaylara inildiğinde durum netleşmekte.
Şam’ın fethinin ardından (14/635) Jüpiter mabedi kalıntıları üzerinde Ebu Ubeyde b. Cerrah (ra) tarafında cami inşa edilmiştir. Yani bir kilise camiye çevrilmemiş zaten atıl olan bir harabe salonu değerlendirilmiştir. Emevî Sultanı Velîd b. Abdülmelik (705-715) tarafından mabet harabesinin batı tarafında bulunan kilise sadece aradaki duvar yıktırılarak (DİA, VII, 48, 49) bütün bu sahayı kaplayacak olan bugünkü büyük caminin inşası başlatılmıştır.
Yani bugünkü Emevi Camii’yi sahabiler kiliseden camiye çevirmemiştir. Aksine Ebu Ubeyde Cerrah Humus şehrinin ahalisiyle yaptığı zimmet antlaşmasında da mevcut kiliselere dokunulmayacağını camiye dönüştürülmeyeceğini hükme bağlamıştır. (Hamidullah, Vesaiku’s Siyasiyye s. 467-468.)
Bugün kimi gelenekçilerin yukarıda verdiğimiz tüm örnekleri “ama onlar barış yoluyla fethedilen şehirler için geçerlidir, savaşarak alınan yerlerde kiliseleri camiye çevirebiliriz” şeklinde tevil etmeleri ne derece doğrudur?
Oysa Ebu Ubeyde’nin Hz. Ömer döneminde Şam ve Humus’taki icraatları savaşarak girilen şehirler- barış ile teslim alınan şehirler tevilini boşa çıkartmaktadır.
Şayet öyle olsaydı Ebu Ubeyde Şam’da mevcut Kiliseyi camiye çevirir ya da Bab Tuma mahallesindeki tarihi Kiliselerden birini Cami yapardı. Ama bunu yapmak yerine atıl bir alanı Cami yaptı ve yan tarafta bulunan Kilise’ye dokunmadı. Humus’ta da aynı şekilde kiliselere dokunmadı.
Emeviler ile başlayan bozulma ve bidatlerden biri de İslam’a aykırı bu mabet dönüştürme uygulamasıdır.
Tarih içerisinde İmparatorluk gövde gösterisi ya da rövanş almak gibi siyasi sebeplerle pek çok cami, kiliseye, havraya ya da Hindu tapınağına dönüştürülmüş benzer biçimde de pek çok kilise, hindu tapınağı ya da havra camiye çevrilmiştir.
DEAŞ gibi radikal örgütler de son dönemde kiliseleri tahrip ederek cihat ettiklerini iddia etmişlerdi. Taliban’ın Buda heykellerini bombalaması, camilere yönelik Siyonistlerin ve beyaz ırkçılarının saldırıları da gündemden düşmemekte.
Mabetlere saygısızlık ve onların dönüştürülmesi gibi uygulamaların Kur’an’a, sünnete ve 4 raşid halife uygulamalarına aykırı olması bir yana, tebliğ usulü açısından da sakıncaları malumdur. Karşılıklı saygıya dayanmayan, ahlaki ve adil olmayan bu tarz hareketler farklı din mesupları arasında sadece tarihsel husumetlerin derinleşmesine yol açmaktadır.
Bu yanlış bakış açısının daha vahim sonuçlarından biri de İnsanlığın gıpta ile bakması gereken örnek toplumu olması gereken Müslümanlar fanatik din asabiyesine dönüşmeleridir.
İşte böylece, siz insanlara şahit/örnek olasınız, Resul de size şahit olsun diye sizi vasat (örnek/mutedil/sağduyulu/adil) bir ümmet/toplum yaptık. (Bakara 2/143)
Dolayısıyla Müslümanlar yanlış örnekleri gerekçe gösterip onlar gibi davranamaz. Davrandıklarında vasat/örnek olma insanlığa tutarlı ve adil rehber olma özelliklerini yitirirler ki çoktan yitirdiler.
Başkasının mabedini zorla camiye dönüştürdüğünüzde, sizin mabetlerinizin de zorla dönüştürülmesini zımnen/dolaylı olarak onaylamış olursunuz. Ahlaki üstünlüğün kaybına yol açar.
Ayasofya’nın Ortodoks katedrali olarak inşa edilmiş olması bir yana, Latin istilası döneminde Katoliklerce tahrip ve saygısızlık edilmesi, İstanbul’un fethi ile beraber de camiye dönüştürülmesi ve son olarak 1934’de müze yapılması da tüm bunlar siyasi stratejik kararlardır.
Kendi dönemsel devletlerarası hukuk bağlamında değerlendirilmelidirler. O değerlendirmenin yeri de burası değil. Ancak bu siyasi kararlar dini referanslarla en azından İslami referanslarla temellendirilemez.
Siyasi otorite elbette diğer siyasi kararlar gibi kendi politik kararını verebilir. Ancak burada siyasetin ve kimi halk kesimlerinin samimiyetini tutarlılıkları belirler.
“Osmanlı”, “ecdat”, “muhafazakarlık” üzerinden yükseltilen sosyal-siyasal söylemlerin sahiplerinin Türkiye’deki diğer ecdat yadigarları konusundaki hassasiyetlerine dönüp bakmamız gerekir.
İbnu'l-Ezrak'ın Tarihine göre Hasankeyf/Hısn Keyfa Müslümanlar tarafından Hicri 29 (Milâdi 649-650) tarihinde fethedilmiş. Böyle eski bir İslâm şehri nasıl suya ve betona gömülür?
Nâdide/tarihi bir İslâm beldesini, tarihi eserleriyle suya gömmekte. Hasankeyf'teki minarelerin İtalya'daki Pisa/Piza Kulesinden; Galata kulesinden aşağı kalır ne tarafı vardı?
Sadece o da değil. Osmanlıcı muhafazakarların Türkiye’nin dört bir yanında kaderine terk edilen Osmanlı kitabelerinden, restorasyon facialarıyla mahvedilen (Bursa Ayasofya Orhan Camii, Süheyl Bey, Mesnevihane, camiilerin, Mimar Sinan’ın Atik Valide Sultan Külliyesi Battal Gazi K. gibi külliyelerin İshak Paşa sarayı gibi eserlerin hali ortada. Bizans vd. dönemlere ait eserlerin talanını saymıyorum bile.
İzmir Bergama'da yapılan Yortanlı Barajı'nın suları altında kalan dünyanın sayılı hidro-terapi merkezlerinden Allianoi Antik Kentini ya da rezil edilen Dipsiz göl gibi tarih ve doğa mirası ya da Definecilerin tahrip ettiği eserler cabası…
O yüzden siyasetin aldığı son Ayasofya kararı ne dini kutsiyet ne de tarihi, ecdadı gözetmek açısından değerlendirilemez ancak politik hamle, siyasi karar-kart olarak başka bir zeminde olumlu olumsuz getiri ve götürüleriyle değerlendirilmelidir.
Allah’a emanet olunuz