Muhammed Ali Sekkaf
Yemenli yazar
TT

ABD’nin Avrupa üzerindeki hegemonyası bir turnusol kağıdıdır

Bu gazetedeki son yazımda, “Afganistan savaşının etkilerinden kaynaklanan şok edici paradoksları” ele aldım ve yazının sonunda, İngiltere’nin ve bazı Avrupa ülkelerinin, ana müttefikleri ABD'nin 20 yıldan sonra Afganistan'dan çekilme kararı konusundaki koordinasyon eksikliğine verdikleri tepkiye değindim. Birkaç hafta önce Muhafazakâr Parti'den İngiltere Başbakanı Boris Johnson hükümetini eleştiren seslere ek olarak, diğer bazı sesler hükümete İngiliz dış politikasına Londra'da mı yoksa Washington'da mı karar verildiğini sordular?
Afganistan'da hızla gelişen olaylar üzerine konuşmak üzere 18 Ağustos'ta Avam Kamarası’nda yapılan çalkantılı oturum, tam bir başarısızlık olarak değerlendirildi ve ABD’ye bağımlılığının boyutunun yanı sıra ondan bağımsız bir politika benimsemenin zorluğunu gösterdi. İngiltere’nin eski Başbakanı Theresa May, dünyada etkili bir İngiliz politikasının doğuşu anlamına gelen ‘Brexit’le’ birlikte atılan sloganların geçerliliğini sorguladı. “Küresel Britanya” hayaline ilişkin pek bir göstergenin olmadığını değinen May, Donald Trump ve Joe Biden’in “Önce Amerika” yaklaşımları doğrultusunda aldıkları kararlardan sonra kendi görüşlerini ifade edemediklerini söyledi. Aynı oturumda parlamenterlerden biri, “Dış politikamız burada (Londra'da) mı yoksa Washington'da mı kararlaştırılıyor?” diye sordu.
Muhafazakâr Parti milletvekilleri ülkelerinin politikasını en çok eleştirenlerdi ve bunlar arasında Johnny Mercer gibi Afgan savaşına bizzat katılanlar da vardı. Mercer, birinci sınıf bir profesyonel ordu için her yıl 40 milyar sterlin harcayan ülkesinin, nasıl ABD’nin rızası olmaksızın Afganistan'dan çekilemediğini sordu.
Boris Johnson, tüm bu eleştirilere cevap olarak ‘acı gerçeğin olduğu haliyle görülmesi gerektiğini’ ifade etti. Nitekim 2009'dan bu yana NATO'ya sağlanan silahların yüzde 98'i ABD’den gelmektedir. Bununla birlikte Afganistan'daki müdahalenin başlangıcında sayıları 132 bini bulan silahlı kuvvetlerden 90 bini ABD askeriydi. Dolayısıyla Batı’nın, ABD lojistik desteği ve hava kuvvetleri olmaksızın savaşa devam etmesi mümkün değildir. Batılı Müttefiklerin ABD olmadan bu işin altından kalkamayacağını kaydeden Johnson, buna ek olarak İngilizlerin on binlerce ek asker gönderemeyeceğini belirtti.
Afganistan'daki krize yönelik yaklaşımı dolayısıyla eleştirilen İngiltere Dışişleri Bakanı Dominic Raab, Kabil Taliban'ın eline geçtiği sırada gerçekleştirilen meclis soruşturmasında hazır bulunmadığı ve Girit adasında tatil yaptığından dolayı yaşananlar konusunda hazırlıklı olmadığını belirterek kendini savundu. Bakan, hükümetinin Kabil'in 2021'de düşmesinin olası olmadığını düşündüğünü ve haziran ayında olası tahliyeler için hazırlanmaya başladığını açıkladı. Hükümet sözcüsü ise bakanın görevde kalıp kalmama durumuyla ilgili olarak, “Başbakan Boris Johnson'ın Raab'a güveni tamdır ve kabine değişikliği gibi bir planı yoktur” dedi.
Öte taraftan muhalefetteki İşçi Partisi canibinden meseleye baktığımızda, İngiltere eski Başbakanı Tony Blair’in geçen ağustos ayının sonunda “The Independent” gazetesinde yayınlanan yazısı dikkat çekiyor. Bu yazısında Blair, ABD’nin birliklerinin Afganistan'dan çekilme kararını, “trajik, tehlikeli ve gereksiz” olarak nitelendirdi. Ayrıca, Batı'nın tecrübelerinden ders çıkararak stratejik düşünüp düşünemeyeceğini ve stratejik çıkarlarını belirleyip sonra da bu temelde taahhütlerine bağlı kalıp kalamayacağını sorguladı.
Tony Blair, dış politika ve güvenlik konularının derin bir şekilde politize edilmesinin ABD’nin gücünün azalmasına da yol açacağını dile getirdiği yazısında, en büyük müttefiklerinin kendilerine danışmaksızın Afganistan misyonunu sonlandırması gibi bir durumla karşı karşıya kalan Avrupa Birliği dışında bir ülke olarak İngiltere hakkında ciddi şekilde düşünmek gerektiğini söyledi. Ayrıca henüz bir tehdit olarak görünmese bile dünya güçleri liginin ikinci seviyesine düşme riskiyle karşı karşıya olduklarını belirtti. 
ABD'nin Afganistan'dan tek taraflı olarak çekilmesi konusunda İngilizlerin tutumu budur. Ayrıca bunun “İngiltere'nin ikinci lige düşerek uluslararası güç dengesindeki konumuna yansımalarına” dair endişeler bulunmaktadır. 
Avrupa Birliği'ndeki duruma ve tepkilere gelirsek, burada çeşitli pozisyonların olduğunu görüyoruz. Bu bağlamda, özellikle Avrupa Birliği'nin önde gelen iki ülkesi Fransa ve Almanya karşımıza çıkmaktadır. Nitekim Fransa nükleer silahlara sahip tek ülke iken, Almanya Avrupa Birliği'ndeki en büyük ekonomik güçtür. Fransa'nın nükleer silahlara sahip olması General de Gaulle’ye uzanmaktadır. Gaulle, ülkesinin bu silahlara sahip olmasının, ABD ve genel olarak Batı ile olan ilişkilerinde bağımsız karar alabilmesine yardımcı olacağını düşünmüştür. Başkan John Kennedy, yüksek maliyetleri sebebiyle Gaulle'nin bundan vazgeçmesi ve Amerikan nükleer şemsiyesine güvenebileceği konusunda onu ikna etmeye çalıştı. Fakat General de Gaulle'ün bu teklife yanıtı ise şu şekilde oldu: “ABD, Sovyetler tarafından saldırıya uğraması halinde Paris'i savunmak için Washington'u feda etmeye hazır mı? Elbette hayır. Bu nedenle kendimizi savunmak için kendi nükleer silahımıza sahip olmamız çok önemli.”
Fransa, NATO'nun kurucu üyelerinden biridir ve Paris'i ana karargâhı yapmıştır. Fakat Gaulle, ABD'nin ittifak içindeki büyük ağırlığı başından bu yana reddetti ve Fransa'nın nükleer bir güç olarak yükselişiyle de nükleer silah kullanma karar verme yetkisini başkalarına bırakmak istemedi. Bu nedenle 1966 yılında ittifakın askeri yapısından çekilmeye karar verdi. Gaulle kararını, “Beni ilgilendiren asıl şey, Fransa'nın ulusal egemenliğini normal durumuna geri döndürmektir” diyerek gerekçelendirdi. Bu karar dolayısıyla karargâh Brüksel'e taşındı. 2003 yılında Başkan Bush idaresinde Irak'a karşı yürütülen askeri operasyon sırasında, Gaulle'cu "ekolün” en önemli temsilcilerinden Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, ABD'nin Irak işgalini reddederek, “Mantığımızı değiştirmek ve barış mantığını savaşla değiştirmek için herhangi bir sebep görmüyoruz” ifadesini kullandı. Fransa, 2007'de Sarkozy yönetiminde NATO’nun askeri yapısına geri döndü. Ancak Fransa Ulusal Meclisi'nden kararın geçmesi kolay olmadı.
Şu anda Afgan kriziyle birlikte bazı Gaulle'cu sesler tekrar ittifaktan geri çekilme çağrısında bulundular. Cumhurbaşkanı Macron’un pozisyonu ise tam tersi istikamettedir. Aynı zamanda, Avrupa'nın çıkarlarını ve dünya güçleri arasındaki konumunu savunabilecek bir Avrupa askeri gücü inşa etmek gerektiğini de düşünmektedir. Bu, Fransa'nın doğrudan müttefiki olan Almanya ve Avrupa Birliği'nin geri kalanından genel kabul görüyor.
Öte taraftan, Avrupa Birliği (AB) Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, Afganistan'dan çekilmeyi kaotik bir hal olarak nitelendirdi ve ortak bir Avrupa savunma gücü kurulması çağrısı yaptı. Bazı gözlemcilere göre, Başkan Biden'ın iç siyaseti düzeyinde dikkatini öncelikle ülkesinin altyapısını modernize etmeye ve salgının yansımalarına vereceğine; dış politika söz konusu olduğunda ise Çin'in yükselişi tehdidiyle yüzleşeceğine ve tüm bunların, Avrupa'nın güvenliği ve çıkarları pahasına yapılacağından korkuluyor.