Memun Fendi
TT

Din, toplumların ileri veya geri olmasını açıklar mı?

Sosyal olguların tek değişken üzerinden açıklanması bir tür cahilliktir. Siyaset biliminde öğrendiğimiz ilk derslerden biri buydu. İster seküler ister dini veya başka herhangi bir şeyden olsun herkesin kendi konumuna ve bakış açısına göre, toplumların ileri veya geri olmasında dinin rolüyle ilgili sürdürdüğümüz bitmek bilmeyen konuşmalarımız hakkındaki gözlemlerime, siyaset biliminde kanuna benzeyen bu ifadeden hareketle başlamak istiyorum.
İleri olma ya da az gelişme meselelerinde dinin rolüne ilişkin tartışmalarımızda, yanlış okuma konusu aklımı çok kurcalıyor. Örneğin, genel olarak Batı’nın ilerlemesinin nedenlerini açıklamada çok önemli konuları temsil eden sosyal faktörler, ekonomik, politik, kültürel ve bilişsel dönüşümler algılanmadan, Avrupa Rönesans’ının temelinde dini devletten ayırma meselesi olduğu, Arap dünyamızda dini kampta olmayan birçok kişi arasında yaygın bir görüş.  Din ile devlet arasındaki toplumsal ayrımın toplumsal bir olgu değil, zihinsel bir mesele olduğu gerçeğine basit bir atıfta bulunmak dışında bunun üzerinde fazla durmayacağım. Zira birçok Avrupa ülkesinde devlet başkanının dini, en azından devlet başkanının şahsında hala dini ve siyasi olanı birbirine karıştıran bir husus. Fransa’nın seküler ve laik deneyimi aynı zamanda dini olan ile dünyevi olan arasında net bir ayrılığın olmadığı bir deneyimdir. Buna rağmen, söz ve medya dünyamızda dini devletten ayırma fikri, Batı'nın ilerleyişini, bilimsel, kültürel, politik ve ekonomik sistemlerinin ortaya çıkışını açıklamanın tek popüler ana nedeni. Bu, örneğin, Karl Marx'ın Kapital gibi ciddi önermelerin yer aldığı devasa kitaplarında yazdığı her şeyi özetleyip, çok bilinen “Din halkın afyonudur” sözüne indirgemeye benzer. Batının deneyimlerine ve bilgilerine yönelik bu tür çarpık bir indirgeme, deneyimlerimizi zenginleştirecek veya karşısına bizi düşünme ve tefekküre zorlayacak farklı bir model koymadan başkalarının deneyimlerini yanlış okumaya sevkeden de budur.
Batı'da tek bir laiklik değil, laiklikler olduğundan, yani Alman laikliğinin Fransız laikliğinden farklı, Amerikan laikliğinin ise her ikisinden de ayrı olduğu gerçeğinden bahsetmeyi erteleyeceğim. Keza modernitenin tek değil de farklı derecelerde olduğundan, hatta postmodernizmin de tek olmadığından bahsetmeyeceğim. Çünkü bunları açıklamak uzun sürer. Avrupa deneyimini ve dinin rolünü yanlış okumamız, toplumlarımızı yanlış okuma trajedimizin başıdır. Bazıları aynı çarpık gözlükleri takıp tüm toplumlarımıza aynı perspektiften bakıyorlar. Oysa Mağrip bölgesindeki devlet kurma deneyimi ile Maşrık’taki (Levant) arasında farklılıklar var. Dahası Mağrip ile Maşrık içindeki deneyimler de farklı ve çeşitli. Örneğin Libya'da dinin toplumla ilişkisi deneyimi Fas'ın deneyimine, keza Yemen'in deneyimi Suudi Arabistan veya Umman'ın deneyimlerine benzemez. Mısır da farklı ve kendine özgü bir deneyim.
Bir taraftan laikliğin çeşitleri, diğer taraftan bir yönetim bağlamı olarak laiklik ile hukuk devleti arasında fark olduğunu anlamadan medyada din ve devlet konularını tartışmaya açanlar arasında laikliğe dair yaygın anlayış, bizi bu yönelimlere yönlendirendir. Aziz el-Azmeh ve Amin Maalouf örnekleri dışında Maşrıklı yazarların laikliğe yönelik algıları, Mustafa Kemal Atatürk ile cisim bulan ve laikliğin otoriterlikle karıştırıldığı, Maşrık’ın kültür dünyasında laiklik hakkında olumsuz söylemlere yol açan Türk deneyimi ile şekillenmiştir. Mağrip bölgesindeki kardeşlerimize gelince, Fransız laiklik ve modernite modelinin egemenliği altındalardı. Hukuk devleti ve laikliğe daha geniş bir bağlam olarak odaklanan daha saf bir perspektiften, toplumlarımızın tarihini okumakta Fransız deneyimini ve analitik araçlarını özümsemiş Abdullah Laroui, Muhammed Abid el-Cabiri ve Muhammed Arkun’un yazılarında olduğu gibi daha açık ve laikliği anlamada daha iyiydiler.
Onlar aracılığıyla kavramları saflaştırabileceğimiz ve özgürleştirebileceğimiz ve böylece din ve toplum, ilerleme ya da geri kalma sorularını tartışmak için makul bir başlangıç ​​yapabileceğimiz ekoller düzeyinde durum böyle.
Dini söylemin yenilenmesi gibi belirli terimlerin yaygınlığı nedeniyle yaşadığımız boğulma durumu, geri kalmışlığımızın nedeninin yalnızca din olduğu veya bu geri kalmışlığın nedeninin dini yanlış yorumlamamız veya dini doğru anlamamızın bizi ilerlemeye yönlendireceğine dair güçlü bir odaklanmayı içinde barındırıyor. Tüm bunlar bu yazının başlangıç cümlesinin çerçevesi içinde yer alıyor; analizde bir nedene, faktöre veya değişkene odaklanmak, bir tür hatadır. Doğa bilimlerine uygulanırsa sonuçları felaket olur.
Yanlış okuma, İtalyan yazar Italo Calvino'nun yanlış okuma veya yanlış analiz anlamına gelen (misreading) adını verdiği kitabının tamamını adadığı konudur. Biz, okuma, yazma ve analizde bu yaygınlığın ve demagojinin mağdurlarıyız.
11 Eylül 2001 olayları, bize toplumlarımıza dini bir bakış açısıyla bakmayı ve bu menfur eylemi yapanları İslam kültürünün ürünü olarak görmeyi dayattı. Bernard Lewis ve neo-muhafazakarların parmaklarının işaret ettiği şey buydu ve biz de insanın davranışlarını yönlendiren tek şey dinmiş gibi eğitim sistemimizi araştırmaya başladık. Bu, bireylerde şiddet içeren davranışların, keza aşırılıkçılığın ortaya çıkışına dair yorumları kısıtlamaktır. Aynı şey siyasal sistemin tüm sorunlarının nedeni siyasal İslam'dır dediğimizde bölgemizde de yaşandı ve bu kısıtlama popülerleşti. Değişimin olumlu ya da olumsuz olmasına bakılmaksızın, toplumsal değişimi etkileyen diğer faktörleri gözden kaçırmamıza neden olan, bu bilimsel olmayan ifadelerin siyasi popülaritesidir. Burada değişimin yönü, doğası veya boyutu hakkında konuşmayacağım. Sorunumuz, siyasi sistemin doğası, buna ek olarak, hakim ekonominin türü, içinde veya dışında yer alanlar, toplumun siyasi kültürü (din, siyasi kültürün bir bileşenidir) ve ayrıca toplumun yapısı gibi diğer faktörlerin ihmal edilmesidir. Toplumların ileri veya geri olmalarına dair yorumları bütün bu faktörler belirler.
Neden tekil yorumun ve sosyal olguları dini yorumlara indirgenmenin tutsağıyız?  İlk sebep, hepimizin dini bildiğini iddia etmesi ve bazılarının dini eğitim aldıkları veya daha önce İslami bir hareketin mensubu oldukları için daha fazla bilgi sahibi olduklarını iddia etmeleri veya kendilerini öne çıkarmalarıdır. Ayrıca din hakkında konuşmak ekonomi hakkında konuşmakla aynı değil, ekonomi hakkında konuşmak gerçek sayılar ve istatistiklerle ilgili bilgi gerektirir. Din hakkındaki konuşmalara gelince, bilgili olsun ya da olmasın herkes istediğini söylüyor. Kapalı toplumlarda din hakkındaki konuşmalar ayrıca sıcak ve duygusaldır, insanları kolayca sözlü (net ideolojik demiyorum) kamplara böler. Din hakkındaki konuşmaları dramatize eder. Yani, hiçbir başarısı olmayanların egosunu tatmin edecek biçimde herkesin başrol veya yardımcı roller üstlendiği bir sahnede oynamaya benzer, herkes kendi tiyatro kostümünü giyer, rolüne bürünür ve seçkin bir konuşma yapar.      
Toplumlarımızı karanlıktan aydınlığa çıkarmanın başlangıcı, din gibi tek bir değişkende boğulmamak, geri kalmışlığı üreten tüm etkenlere bakmaktır. Din, ekonomi ve hatta özgürlük olsun, olguların açıklaması olarak tek bir değişkene odaklanmak geri kalmışlığı açıklamak için yeterli değil. Denklemi tüm değişkenleriyle, her bir değişkenin göreli ağırlığıyla ve bu göreli ağırlığın zamanla değiştiğini, öneminin artabileceğini ya da azalabileceğini kavrayarak bir bütün olarak okumalıyız. Siyasal ve toplumsal olguları belirli açıklamalara indirgemekten kaçınmazsak, bir labirentte dolaşıp dururuz. Aynı yerde dönüp durmamız sonucunda işimiz sekteye uğrar. Bir şey öğütmeden dönüp duran değirmen taşı gibi sadece gürültü çıkarırız.
Batılı filozofların laikliğin mirasını, onun çoğulculuk ve demokrasi ile ilişkisini, salgın sonrası toplumsal sahnenin karmaşıklığı neticesinde onlar için genişleyen kamusal alanı gözden geçirdikleri bu aşamada, Araplar, modernite, Batı laikliği ve toplumlarıyla ilişkileri hakkında çarpık bir şekilde nakledilen söylentileri gözden geçirmiyorlar.
Diğer sosyal felaketlerimizle birlikte indirgeme ve yarı bilgi ülkelerimizdeki birincil felakettir. Ülkelerin yarı bilgiyi teşvik etmekteki rolleri büyüktür. Aynı şekilde toplumsal sahnenin önünü cambazların, sınırlı bilgi sahiplerinin veya yanlış bilgi sahiplerinin eğlendiği bir alan haline getirmekte de.