Vahdettin İnce
Yazar
TT

Kabile ve Aşiret

Van’da aşiret dernekleşmelerini olumlu bir adım olarak değerlendiren bir önceki yazıdan sonra bazı dostlar geçmişte ve halihazırda yaşanan olumsuz aşiret pratiğinden hareketle itirazlarını, endişelerini dile getirerek bunun Kürtlere zarar vereceğini dile getirdiler. Dilim döndüğünce bu tavrımın nedenini izah etmeye çalışarak bunun aslında Kürtleri geçmişte olduğu gibi bugün de abat edebilecek, millet kılacak bir imkan olduğunu ifade ettim. Melayê Cizîrilerin, Ehmedê Xanîlerin, Feqiyê Teyranların, Elî Herîrîlerin… bugün endişeyle baktığınız o süreçlerin ürünü olduğunu vurguladım. Şimdi de neden kabilelerin ihya edilmesini desteklediğimi bir de sizinle paylaşayım dedim.
“Kabile” kelimesi Arapçada ön, önce anlamında “Q.B.L” kökünden gelir. Bu kelime bölgemizde Araplarda ve Kürtlerde yaygın olan bir toplumsal kümenin adı olarak kullanılmadan önce Arapçada kafatası kemiğinin adı olarak kullanılmıştır. İnsanın en hayati organlarının başında gelen beyni dışarıdan gelen darbelere karşı koruduğu, ön aldığı için bu adın verildiğini belirtiyor İsfahani ve İbn Manzur gibi büyük lügat alimleri. Bir insan topluluğu olan kabileye de toplumun beyni, önderi, başı konumundaki liderin şahsında dili, kültürü, geleneği, tarihi, toplumsal birliği, dirliği, potansiyel erdemleri, yaratılıştan kaynaklanan değerleri koruma işlevini gördüğü için bu ismin verildiğini tahmin etmek zor değil. Doğallığını büyük oranda koruyan Arapçadaki bu isimlendirmeden de anlaşılacağı üzere “kabile” sonradan oluşmuş ya da “ilkel” toplumlara özgü bir örgütlenme biçimi değil, bilakis insanın fiziki yapısındaki kafatası kemiğinin vazgeçilmezliğine benzer şekilde tıpkı aile gibi onun sosyal hayatının ayrılmaz, küçümsenmez, ihmal edilmez, vazgeçilmez, hayati bir parçasıdır. Varoluşundan kaynaklanan bir beka aracıdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de “kabile” insanın yaratılış sürecinin bir parçası, gereği, ayrılmazı olarak nitelendirilmiştir: “Ey insanlar! Şüphesiz sizi bir erkek ile bir dişiden (aile) yarattık, tanışasınız diye sizi kavim ve kabilelere ayırdık” (Hucurat, 13). Kabilenin varlığı insanın fıtratına dayanır. Buna göre insan varlığını anne-babaya borçluysa bekasını (varlığının devamını) da kabile ve benzeri yaratılıştan kaynaklanan yapılara borçludur.
Toplumsal hiyerarşide kabileden önce yer alan ve aralarında kan bağı bulunanları belli bir yekuna ulaşınca kabileyi oluşturan çekirdek mahiyetindeki yapının, ailenin de adı toplum içinde icra ettiği işlevine uygundur. Arapçada aile sırt, sırtın dayandığı yer, sırta alınan yük ve yükümlülük anlamlarına gelir. Yani kabilenin dayanağı konumundadır aile. Kabile, enerjisini, değerler manzumesinin özünü aileden alır. Aile kabileye değer sırtlayıp taşır. Bu yüzden Kürtçede ailenin bir diğer adı Arapçadan alınma “külfet”tir, yük, yükümlülük yani.
Kabileye sunduğu bu lojistik desteğin bir anlamı da insanın doğumundan ölümüne kadar şartlara göre çeşitli evrelere, çevrelere gireceği ve bunlara uygun kümelerde yer alacağı, yer alması gerektiğidir. Aile yalnızlığı düzeyinde kalmak sosyolojinin ölümü demektir çünkü. Yaratılış sürecinin yarım kalması anlamına gelir. Aile kabileye varmalıdır. Kabile için de vazgeçilmezdir bu devamlılık. Kendisinden sonraki aşamaya göre şekillenen toplumsal kümeye dil, değer, gelenek, kültür taşımakla yükümlüdür. Aksi takdirde sosyoloji bir kez daha ölmüş olur. O yüzden ayette insanların aileden (anne-baba) sonra kabileler şeklinde yaratılmış olmalarının amacı “tanışma” olarak gösterilmiştir. Demek isteniyor ki aileden kabileye dönüşen toplum bir sıçrama daha yapmalı ve daha geniş, daha verimli, daha çok değer üreten, dili daha zengin kılan, geleneği daha etkin hale getiren, insan bireyine daha geniş bir perspektif kazandıran, eşyaya, hayata, evrene daha geniş bir ufuktan bakmasını sağlayan yeni bir kümeye taşınmalıdır. Bunun adı “kimlik” aşamasıdır. Çünkü “tanışma” “kim?” sorusuna verilen cevapla başlar. Kimsin sorusuna vereceğin cevap senin kimliğindir. Kabileden sonra aynı kimliği paylaşan daha geniş kümeyi oluşturan insanların önce aileden, sonra kabileden devraldıkları dili, değerleri, kültürü, tarihi, geleneği yasa formatında uygulayarak bir genel yol, kapsayıcı bir teamül haline getirdikleri aşamanın adı da millettir. Millet, aile ve kabileyi belirleyen kan bağına dayalı sosyal kümelerden “tanışma” gibi erdemlerin dünyasına adım atmanın adıdır. Bu süreçten sonra kan bağı değil değerler bağı tanış kılıp bir araya getiriyor insanları. Nitekim Millet bir yerde iz yapacak, genel bir yol haline getirecek kadar gidip gelmek anlamına gelen “M.L.L.” kökünden geliyor ve erdemler uğruna verilen bir çabayı ifade ediyor.  Millet aileden kabileye aktarılan dilin, kültürün, geleneğin, tarihin yasalar formatında işlenmesi sonucu bir kimlik haline geldiği sürecin adıdır bu yüzden. Kimlik kan bağı gibi doğuştan verilen bir hazır sermaye değil, bu sermayeye dayalı olarak geliştirilen bir çabanın ürünüdür. “İnsan için ancak çabasının sonucu vardır” (Necm, 39). İnsan için kan bağı değil tanışma ile başlayan çaba sürecinin şekil verdiği değerler kimliği esastır.
Yaratılış süreci bu aşamada da durmamalı veya insan bu noktada sürecin tamamlandığını düşünmemeli. Böyle düşünülünce fıtratın, doğanın bu değişmez yasası işlevsiz hale gelmez belki ama sosyoloji kaos içinde ölür ve yerini başka bir sosyoloji alır. “Sizden kim dininden dönerse bilsin ki Allah (başka) bir kavim getirecektir” (Maide, 54).  Çünkü insanlığın tekamülünü kimlik mahiyetli millet aşamasında durdurmak tıpkı aile ve kabile süreçlerinde durdurmak kadar ölümcüldür insanlık için. O yüzden yaratılış sürecinde somutlaşan kevni dinin devamı için sosyolojik olarak ölenlerin yerine başka milletlerin gelmesi kevni dinin bir gereğidir. Bu yüzden Kur’an’da millet haline gelmiş sosyolojiye insanlığın geneliyle buluşacağı, ortaklaşacağı nihai bir hedef gösterilir. Ümmet. Bu kelimenin de çeşitli anlamları var ve bu anlamların tümünün ortak noktasını maksat anlamıyla ilintili olmaları oluşturmaktadır. Bu açıdan insanın sosyolojik yaratılış sürecinin nihai hedefi, maksadı bütün insanlıkla ortaklaşacağı ümmete ulaşmaktır.
Unutmamak gerekir ki, insan bu aşamaları birer birer geçerken arkasında bir enkaz bırakmaz. Aileyi yok ederek kabileye, kabileyi yok ederek millete ve milleti yok ederek ümmete ulaşmaz. İnsanın yaratılış süreci kabuğundan çıktıktan sonra ona dönüp bakmayan civcivden tamamen farklıdır. Doğallığını yitirmemiş Arapça gibi dillerden, tarihin tüm evrelerinde tanık olduğumuz kevni dinin işleyişinden ve münzel dinin (İslam’ın) direktiflerinden anladığımız şey bu süreçler arasındaki bağın kesilmemesidir. Bireyden aileye, aileden, kabileye, kabileden millete, milletten ümmete insan ile birlikte değerler akışının kesintisiz olarak devam etmesidir. Ağaç misali. Çekirdekten gövdeye, gövdeden dallara ve dallardan yapraklara hayat suyunun ulaşması yani. Meyve ise bundan sonra gelir.
Kevni ve münzel ilahi yasalara teslim olup gereğince hareket etmek demek olan İslam bir kere insanlık hayatında bu varoluşsal değerler sürekliliğini gerçekleştirdi. Sonra bu değerler akışının bilincinde olmayan, değerlerin lokal kümelerde kalıcı olabileceğini vehmeden iktidar sahipleri yüzünden yaratılış sürecinin bu coşkun nehri bazen ailede, bazen kabilede, bazen millette durduruldu ve bu kümelerin birbirlerini beslemeleri engellendi ve neticede ağaç kurumaya yüz tuttu. Bugün İslam coğrafyası her alanda bir kuraklık yaşamaktadır bu yüzden. Türkiye açısından bakacak olursak bu hayat ağacına son baltayı da batı modernizminin kötü bir öykünmeciliği olan kemalizm vurdu. Kürdistan’dan batı Anadoluya, Kafkaslara, Balkanlara kadar medreseler, tarikatlar ve aşiretlerin şahsında kevni ve münzel dinin değerlerini taşıyan Kürt kabilelerine ölümcül darbeyi işaret ettiğim duraklama dönemlerinden sonra kemalizm vurdu. Bu yüzden Anadolu, Kafkaslar ve Balkanlar sosyolojik hayatiyet anlamında devamlılık göstermiyor. Arkası, önü kesik, ebter kimlikler mezarlığı olmaya doğru gidiyor. Bunu durdurmanın yolu aile, kabile, aşiret gibi yaratılıştan kaynaklanan sosyolojik kümelere yeniden can suyu taşımaktır. Aslında insanın bilinçli bir tercihi olmasa da suyun çatlağını bulduğunun örneklerini gözlemliyoruz bugünlerde. 
Van’daki aşiret dernekleşmelerini coşkuyla karşılamamın nedeni münzel şeriatın can suyu taşıdığı bu kevni sisteme olan inancımdır.