Rıdvan Seyyid
Lübnanlı akademisyen, siyasetçi- yazar Lübnan Üniversitesi'nde İslami ilimler profersörü
TT

Kimlik talepleri ve popülistlerin yönetimi

On yıllar önce Avrupa'da yükselen popülizm fenomeni hakkında defalarca yazdım ama şimdi küresel bir fenomen haline geldi. Dr. Muhammed Nugaymiş 3 Mayıs 2022 Salı günü Şarku’l Avsat’ta “Kalabalıkların Yönetimi” hakkında bir yazı yazdı. Bu, Mekke'deki yönetim organlarının Ramazan ayı boyunca -korona salgını dolayısıyla iki yıllık aradan sonra- büyük umre kalabalığını disiplin içinde yönetme kabiliyetiyle ilgili tamamen farklı bir konuydu. Ancak burada dikkat çeken iki kelime var: Kalabalık ve yönetim.
Marine Le Pen, Trump ve Modi gibi liderlerin ortaya çıkmasıyla bu “popülistler”, “kalabalığa” mı dönüştü? Ya da başka bir deyişle popülistler, ara sıra yaşanan krizlerle üretiliyor ve onların ortadan kalkmasıyla birlikte kayıp mı oluyor? Yoksa liderlik karizması ve yeni bilincin yüzleri tarafından mı motive ediliyor?
Francis Fukuyama, “Kimlik: İtibar Talebi ve Hınç Siyaseti” kitabında, popülizmler söz konusu olduğunda ana motivasyon kaynağının sınıf eğilimi, fırsat eşitliği, ücret ve maaşlarda adaletten ziyade “itibar talebi” olduğu konusunda bizi uyarıyor. Adalet çağrısı yapan hareketlere liderlik edenler, merdivenin en altındaki insanlar değil; eğitimli orta sınıftır. Bu kişiler, sosyal ve siyasi ilerlemeyi arzulayanlar ve artık partilerin siyasetine tahammülü kalmayanlardır. Ancak onların altındakileri “kalabalığı” oluşturmaya motive eden şey nedir? Bu kişilerin adaletsizlik hissettikleri, gelecekten korktukları, yaşam ve ekonomik problemler tarafından motive edildikleri söylenirse, neden yüz elli yıldır bu konularla uğraşan sola dönmüyorlar? Aksine zulüm ve adaletsizlik söz konusu olduğunda öncelikler veya sıralamalar ne olursa olsun bu çağdaki kitlenin popülist sağa ya da dine yöneldiğini görüyoruz.
Popülist diyoruz, çünkü özellikle ABD’deki popülist liderler arasında dini hassasiyetler mevcut olsa bile çoğu zaman bunun bir önceliğe sahip olmadığını görüyoruz. Her halükârda Avrupa’da ve ABD’de popülistler var. Fakat Avrupa'daki oluşumda dini kaygılar önemli bir rol oynamadı. Ayrıca bu, büyük bir siyasi meseledir ve özel dini eğilim sahiplerinin hedeflerinin (eşcinsellik ve kürtaj karşıtlığı) siyasi yönelimlerle örtüşmesi zordur.
Kendisini “Arapların Medeniyeti” kitabıyla tanıdığımız Fransız sosyolog Gustave Le Bon, on dokuzuncu yüzyılın 80’li ve 90’lı yıllarında Fransa ve Avrupa'daki kitle hareketlerini anlamaya çalışırken, Fransız solunun Fransız devletine karşı olması onu rahatsız etti. Alman kamuoyu ise ulusal birlik gerekçesiyle devletin taraftarlığını yaptı. Elias Canetti “Kitle ve İktidar” kitabında, yirminci yüzyıl boyunca yurtseverlik ve milliyetçilik sloganlarını elinde tutanların sağcı kitleler olduğunu söylüyor. Bertrand Badie ve Dominique Vidal, 2019 tarihli Popülistlerin Dönüşü’nde, Batı'daki neo-popülistlerin ve muhafazakârların taleplerinin benzer olduğuna dikkat çekiyorlar. Ancak profesyonel politikacılar olan muhafazakârlar uzlaşmaya ve tavizler vermeye hazırken, popülistler bunu kabul etmemektedir. Ferid Zekeriya bu tür radikal siyaseti, totaliter demokrasi olarak isimlendirmektedir.
Şu anda popülistler ve popülizm üzerine tekrar düşünmenin sebebi, Rusya'nın Ukrayna'ya karşı açtığı savaşının neden olduğu kafa karışıklığıdır. Tüm Batılı popülistler, en azından Rus devlet başkanını değerli bir müttefik olarak gördüler. Fakat otantik kimlik ve egemenlik savunusu iddiaları göz önüne alındığında, artık bunu yapamıyorlar. Putin, Ukrayna kimliğini zorla ve işgal yoluyla ortadan kaldırmak istiyor. Marine Le Pen'in Putin ile ittifakı, seçimlerde onu etkilemiş gibi görünmüyor. Fakat Doğu Avrupa ülkeleri, İskandinavya ve Almanya, endişe veya korkuya kapıldı. ABD ile geleneksel ittifaka geri döndü. Bu eğilim, Batı Avrupa ve çevresindeki merkez ittifakları desteklemektedir.
Asya ve İslam dünyasına geldiğimizde, popülistlerin geçmişten bu yana İslami kimlikler olduğu görülür. Bu, Filistin örneğinde, özellikle her Ramazan’da Mescid-i Aksa ve İbrahim Camii'nde olup bitenler olmak üzere, dini nitelikteki İsrail baskılarıyla açıklanabilir. Ancak diğer İslamcı kitleler, özellikle iktidara geldiklerinde veya yaklaştıklarında ulusal sorunlara başarılı çözümler sunamamaları dolayısıyla haklı gösterilemezler. Ayrıca bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde sanki bir “anarşi” durumu için uğraşılıyormuş gibi ulus devlete karşı olan düşmanlık olgusudur. Her ne kadar bunun halihazırda refahının zirvesinde olduğunu iddia etmesem de ufukta alternatifler yaratacak önde gelen kitle hareketlerinin olmadığı açık.
Gelelim İslami olmayan Asya'ya. Burada, Hinduizm ve Budizm'de dini ve milliyetçi boyutların ulusal kimlikte birleştiği kitlesel bir patlama var. Bu, Hindistan ve Myanmar'da saf kimliğe bir tehdit olarak algılanan İslam'a yöneliktir. Badie ve Vidal’in ölçütlerine göre bu kişiler popülist mi yoksa onlardan biraz farklı mı? Kimlik, Batı'da bir haysiyet ve itibar talebidir; Müslümanlar ve Hindular için ise saflıktır ve dinle ilişkilidir. Her halükârda, kimliklerin her zaman düşmanı ya da düşmanları vardır. Batılılar için rakip içseldir (egemen sınıfları değiştirme talebi), doğuda ise düşman her zaman dışsaldır. Batılı radikaller için sorun rejim politikasındadır. Müslüman, Hindu ve Budist için ise sorun, aynı memleketten de olsa, ötekinin dinine, milliyetine, devletine düşman olduğuna inanmaktır!
Sonuç olarak, küreselleşme çağında kimlik gerilimini ortaya çıkaran şey nedir? Başarının nedeni karizmatik liderlik mi, iktidarı ele geçirme mi yoksa her ikisi birden mi?
Elbette biz ulus-devletin kendi deneyimimizdeki kaderiyle daha çok ilgileniyoruz. Bu, İran'da radikal İslamcılık tarafından kırıldı ve diğer Arap ve İslam ülkelerinde gelişmesi engellendi. Bu nedenle, dinde barışı yeniden sağlamak, ulusal devlet deneyimini yenilemek ve çağın dünyası ve dünyanın çağı ile olan ilişkisini düzeltmek için dini ya da milliyetçi popülizme kaymadan çalışmak gerekiyor