Abdulmunim Said
Kahire’de Mısır Gazeteciler İdaresi Meclisi Başkanı ve Kahire Bölgesel Strateji Çalışma Merkezi Yönetim Müdürü
TT

Körfez meselesinde Amerikan şaşkınlığı

ABD'nin özelde Körfez ülkeleriyle ve genel olarak Washington ile ortaklık ve stratejik ilişkiler içinde olduğu bilinen Arap devletleriyle ilişkilerinin gerilim ve memnuniyetsizlikle gölgelendiği tartışmasız. Sonuç olarak, işler eskisi gibi değil ve kısacası artık yolunda da değil. Gerilim konularının listesi iyi biliniyor ve ABD'nin diplomasi, medya, ekonomi ve silahlandırma alanında olsun tüm ağırlığıyla bastırdığı, Avrupa ve Asya'da müttefiklerini seferber ettiği Rus-Ukrayna savaşına karşı Arap ülkelerinin tutumuyla başlıyor. Körfez ve Arapların genel tutumu, ister Güvenlik Konseyi'nde ister Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda, isterse siyasette ve medyada ifade edilenler açısından olsun, Washington'un beklediğinden farklıydı. ABD, Rusya ile bir enerji savaşına girmeseydi, Körfez ülkeleri bu savaşa sürüklenmeyi reddetmeselerdi, dahası Rus ve Çin pozisyonlarını anlamaya hazır olmasalardı, enerji piyasasında arz ve talep tabanını bozmak, ilgili ülkelerle mutabık kalınan kurallar ve kotaların dışına çıkarak petrol üretimini artırmaya gerek duymasalardı, tüm bunlar yine de ABD için kabul edilebilir olabilirdi.
İran’a yönelik tutum iki taraf arasında her zaman tartışılan konulardan biri olageldi. Amerikan bakış açısına göre bu tutum, nükleer anlaşmayı sonuçlandırmaya çalışmak iken, Körfez ve Arap ülkeleri açısından İran bir tehdit ve saldırganlık kaynağı. Meselenin, Biden yönetiminin Obama yönetiminin üçüncü dönemi olma yöneliminden kaynaklanan gerilim masasında ABD'nin dayattığı kişisel ve ideolojik boyutları da eksik değil.
Bu konularda alışılageldiği gibi, farklı anlatılar var, ancak değişmeyen şu, Washington'daki düşünce ve araştırma çevrelerinde bu gerilimin nedenleri konusunda bir fikir birliği yok. Körfez'de görev yapan diplomatların mensubu olduğu bir grup, konuyu Atlantik kıyısındaki bir taraf ile Körfez kıyısındaki diğer taraf arasında bir tür yanlış anlama olarak algılıyor. Kültür bu bağlamda genellikle birinci faktör görülüyor, kimi zaman da şu anda olanların köklerini aramak için uzak ve yakın tarihe dalış yapılıyor. Bu durumda çözüm ise genellikle diyalog, gitmiş ve geride kalmış bir dünyayı geri istemek oluyor.  
Uzman veya böyle olduğunu iddia eden diğer grup, meseleye anlık Amerikan çıkarları perspektifinden bakıyor. Bu perspektife göre, Rus-Amerikan savaşı şiddetlenmiş, küresel kutuplaşma, Avrupa'nın kalbinde sıcak boyutları olan bir soğuk savaş ihtimaline yaklaşmışken Washington’un, kültür veya enerji açısından küresel etkiye sahip özel güçlere ve tarihi ortaklarından yardım istemek, mevcut farklı bir dünya oluşumunda bir rol üstlenmelerini talep etmekten başka çaresi yok. ABD, Soğuk Savaş'ın sona ermesinden sonra oluşan dünyada küreselleşmeyi organize eden dünyadaki tek süper güç olduğunda, birçok küresel ve stratejik avantaj elde etti. Dolayısıyla, bu kadar çok belirsizliğin olduğu uluslararası bir iklimde dostlarından uzak kalma lüksüne sahip değil. Üçüncü eğilim, uzakta, tam karşı tarafta yer alıyor ve dünyayı demokratlar ile otoriterler olarak ikiye bölen liberalizm güneşi doğmuşken, bu iki kamp arasında Ukrayna topraklarında bir savaş sürerken, Washington’un yanında yer almayanların aslında ona karşı oldukları ve iradesinin dışına çıktıkları anlamına geldiğini düşünüyor.  
Bu farklı ekoller hakkında şaşırtıcı olan şey, üç ana gerçeğe göz yummaları: Birincisi, Amerika Birleşik Devletleri ve dünyadaki konumu değişti. İkincisi, Körfez ve ötesindeki Arap ülkeleri de değişti. Üçüncüsü, tüm dünya değişti. Bu 3 gerçeği, önceki makalelerimizde yeri geldikçe ayrıntılarla zaten ele aldık ve özeti de şu: ABD ve genel olarak Batı ittifakının konumu son 20 yılda olumsuz yönde değişti. Aslında, ABD’nin dünyayı tek başına yönettiği dönem, 10 yıldan fazla sürmedi ve o da Washington’un, Ortadoğu'ya ve Avrupa'ya askeri müdahalede bulunmasına ve ardından terk etmesine neden olan gücün sınırlarının farkında olarak dünyayı yönettiği geçen yüzyılın doksanlı yıllarıydı. Ama bu yüzyılın başında ve dört Amerikan yönetimi -George Bush, Barack Obama, Donald Trump, Joseph Biden – yoluyla ABD dünyadaki güç dengesini görme yetisini kaybetti. Gücünü kullanırken ve müttefikleriyle uğraşırken de sağgörüsünü kaybetti. Arap dünyası ve Körfez'de ise 10 yıllık kaos, devrimler, kargaşa, terör, şiddet ve savaşlardan sonra, bölgenin daha önce tanık olmadığı, ulus devletlerin ekonomik, sosyal ve siyasi gerçekliğini kökünden değiştiren süreçlere dayanan derin reform yolunda yürümek mümkün oldu.
Bu değişimle birlikte, jeopolitik çıkarların yeniden tanımlanması, stratejik tehditlerin yeniden değerlendirilmesi, şimdi ve gelecekte müttefik ve dostların buna göre ayırt edilmesi ve değerlendirilmesi doğaldı. Bütün bunlar, değişen uluslararası ve bölgesel çevre ile ilişkilere ağırlığını koydu. Bölgesel ve küresel çevreye gelince, Soğuk Savaş'ın sona ermesi ve Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra, bir yandan ABD’nin başına gelenler, diğer yandan Avrupa kıtasında Brexit sürecinin bir sonucu olarak Batı kampının gerilemesine, Çin ve Rusya’nın bazen tek bazen de bir arada dikkat çekici yükselişlerine dayanan uluslararası sistemdeki revizyon süreci sonunda değişti.
ABD, Körfez ve dünyada yaşanan bu 3 değişimin, ulusal güvenlik politikalarında ve kavramlarında ortaya çıkan siyasi sonuçları hazırlaması doğaldı. ABD’nin Afganistan'dan çıkışını, Suriye'deki gerilemesini,  hayati hedeflere doğrudan saldırılara göz yummasını görmezden gelmek mümkün değildi. Devletin çöküşü, liderliğin kaçışı ve tüm ülkenin, geçmişte olduğu gibi ülkeyi yönetmeye geri dönen Taliban örgütüne teslim edilmesiyle sonuçlanan Afganistan'daki Amerikan “demokratik” deneyiminin dikkatle incelenmemesi imkânsızdı. Irak'taki deneyimi ise, ancak devletin felç olmasına, koruma ve kalkınma açısından işlevlerini yerine getirememesine yol açtı. Nitekim seçimlerin üzerinden uzun bir süre geçmesine rağmen Irak devletini yönetecek bir devlet başkanı ya da hükümet seçilemiyor. Genel olarak, bizzat modern Amerikalılar, 2 yüzyıldan fazla bir süre içinde olgunlaşan ve gelişen ulus-devletle ilgili Amerikan deneyimini tamamen dışladılar.
Şaşırtıcı bir şekilde, mevcut ABD yönetimi, Körfez ve diğer Arap ülkelerinde gerçekleşen reform deneyimlerini, gelir kaynaklarının çeşitlendirilmesi, kadınların, dini mezheplerin ve etnik grupların ulus-devlet yapısı içinde kapsanması gibi yakın ve uzak ufuklarını anlamadı ve incelemedi. Bu yönetim, Avrasya ve Hint-Pasifik'te ittifaklar kurmak ve genişletmekle hem nicelik hem de nitelik olarak çelişen Washington ile Pekin, Avrupa ve Rusya arasındaki yoğun karşılıklı bağımlılığın sonuçlarının da farkında değil. Basitçe söylemek gerekirse, ABD, dünya ile ilişkilerini, Batı dünyasının belirlediği bağlamlarda ahlaki ve maddi değerlerin yayıldığı bir küreselleşme temeli üzerinden ele almak istiyor. Aynı zamanda uluslararası sisteme de Rusya ve Çin gibi yükseldiklerini gördüğü güçleri kuşatması veya kısıtlaması gereken jeostratejik hedeflere dayanan bir hegemonya temelinde davranıyor.