Abdulaziz Tantik
TT

Yeni bir diyalog zemini şarttır…

Diyalog, muhatapların birbirini doğru anladıkları bir zemine verilen addır. Orada muhataplar söyledikleri sözleri muhatabının anladığını bilerek sözünü söyler ve böylece birbirini anlayan insanların karşılıklı söyleştikleri ve ayrımlarını dile getirdikleri, uzlaştıkları noktaları öne çıkardıkları bir ortamdır.
Diyalogun oluşmasında bir düşünce zemininin katkısı olabilir mi? Tabi ki diyalogdan kasıt düşüncelerin müzakere edilebildiği bir ortamdır. O yüzden diyalogu sağlayacak olan da o düşüncenin kendisinin ürettiği edep ve adap üzerinden gerçekleşir. Yani diyalogun sağlıklı ve sahici bir şekilde yapılabilmesi için üretilmiş ilkeler ve kurallar olmalıdır. Yoksa diyalog yerine çatışma hâkim unsur olur.
Bugün dünyada veya İslam dünyasında diyalogu oluşturacak şartlar mevcut mu? İste dünyayı ele alalım, ister İslam dünyasını ele alalım; maalesef bir diyalog zemini yoktur. Bunun sebepleri üzerine düşünmekte fayda var!
Modern dünya doğal olarak çatışma üzerine kuruludur. Toplumsal sözleşme arayışı da bu çatışmayı bir noktada sabitleme arayışına tekabül eder. Çünkü modern düşünce, öteki üzerine kurgulanmış bir yapıdadır. Batı kendi dışındaki her şeyi barbar, geri ve ilkel olarak görmektedir. Kendi içinde de benzer duygular yaşamaktadır. Liberal felsefeye rağmen, Marksistler ve liberaller, kapitalistler, demokratlar, farklılıklarını öne çıkarmaktadırlar. Çünkü modern düşünce benzerlikler üzerine değil farklılıklar üzerine kuruludur. Hakların dağılımı hikâyesinin başka türlü bir açıklaması da bulunmamaktadır. Ailede erkek, kadın, çocukların her birinin ayrı haklara sahip olması bir koruma güdüsünden çok farklılığı korumaya matuf bir arayışın temelini izhar eder. Böylece birey olma özelliği kazanılır.
İslam, farklılıkları meşru görerek onu bütünlüğe doğru yöneltir. Bu yüzden İslam, hem düşünce olarak ve hem de eylem olarak ayrılığı değil bütünleşmeyi önerir. Tarih boyunca istisnalar hariç bu düzeyi de korumuştur. Cemaat ve toplum kavramlarının içeriklerinin analizi de bunu gösterir. Ümmet olma şuuru, ulus olma şuurunu aşan bir şeydir. Irk, renk, dil farklılığı ve siyasi ayrımlar bile ayırtamaz, birleşmeye engel değildir. Akıldaki soru ise; peki bugün İslam dünyası niye bu durumdadır; paramparçadır?
Bu sorunun cevabı dünyanın değişim mihveri ile ilgili bir durumu işaret eder. İslam dünyası yenilgiler çağının başlaması ile birlikte parçalandı, bu parçalanma aynı zamanda zihinsel bir parçalanmayı da beraberinde getirdi. Daha önceki ayrımlar, düşünsel zeminde ve içtihadi alanla sınırlı iken, bu sefer iktidar ve siyaset arenasındaki farklılıklar yüzünden çatışmalar baş gösterdi. Geleneksel yapıya yönelik yapılan eleştiriler bir tarafa; İslam düşüncesi kendi içinde çoğul bir karaktere sahiptir. Bu durum, Peygamberin yaşamından itibaren bu özelliğini korumuştur. Ehli kıble tekfir edilemez mottosu da bu durumu en dışsal boyutu içinde dahi gösteren bir ilkedir.
Yukarıdaki girişi, İslam düşüncesinin çoğulcu karakterine rağmen, bugün nasıl oldu da tekfir hastalığı yeniden depreşti ve neredeyse genel bir konuma ulaştı? İşte yenilgi üzerinden gelişen travmatik durum, siyasi, sosyal, entelektüel zeminde de bir parçalanmışlığa neden oldu. Yaşama güdüsü, imanın yerine geçince, içerden ihanetler meşrulaştırıldı. Kazananlara yaltaklanma ve onların gücü ile iktidar sahibi olma arzusu normal olanı anormal hale getirdi. Yani çoğul karakteri monist/tekçi karaktere taşıdı. Hakikat bilinemez iken hakikat benim söylediğim şekline dönüştü. Bu da çatışmayı derinleştirdi. Sınıfsal ayrımlar, düşünsel ayrımlara tekabül etti. Irksal farklılıklar, ayrımın renklerine dönüştü. Peygamberin ayakları altına aldığı ırkçılığın geçer akçe olduğu yeni bir siyasal rejimlerin varlığına tanıklık ettirdi…
Bugün Müslüman entelektüeller ve aydınlar ile âlimler, hem kendi cinsleri arasında bir bütünlük oluşturmada yetersiz kalıyorlar, hem de kendi dışındaki aydın, âlim ve entelektüeller arasında da bir bütünlük oluşturamadıkları gibi ayrımları keskinleştirmekten öteye geçmemektedir. Arada bazı sivil arayışlar olsa da genel ekseriyet durumu değiştirmemektedir.
Aklı başında olan her entelektüel, aydın ve âlim, yeni bir sözün, yeni bir anlamın ve yeni bir hedefin ortaya konması konusunda hemfikir. Ama bunun nasıl yapılacağı konusunda bir İcma söz konusu değil! İşte bu durumun değişebilmesi için yeni bir diyalog zeminine olan ihtiyaç kendisini göstermektedir. Bu ihtiyaç konusunda hem fikir bir olgudan söz edilebilir. Ancak bunun nasıl gerçekleştirileceği üzerine görebildiğimiz kadarıyla tam bir ittifak söz konusu olamamaktadır.
Yeni bir diyalogun başlangıcı için tek şart vardır: mevcut durumun bir krize dönüştüğü ve bu krizin çözümünün şu an için imkânsız olduğunu, sahip olunan kültür, düşünce ve bilginin bu durumu aşmada yetersiz kaldığını kabullenmek ve Müslümanların acilen yeni bir ruha olan ihtiyacın apaçık olduğuna inanmaktır. Acı da olsa Müslümanların içinde bulundukları ahvalin çok olumsuz olduğu, kendi aralarında bir bütünlük oluşturmada yetersiz kaldıkları, hatta bugüne kadar elde ettikleri düşünce biçimlerinin yetersizliklerinin ayan beyan ortada olmasına rağmen bunun kabullenilmesinin gerçekleştirilmediğini de ifade etmeliyiz…
Diyalog için gerek şart ikidir: ilki yetersizliğini kabul etmek ve sahip olduğu bilgileri yeniden eleştiriye tabi kılmanın elzem olduğuna inanmaktır. Yani kendi bilgisinden şüphelenmeye başlaması ve onu eleştiriye tabi kılarak doğru ve sahih olanla değiştirme inancının tezahürü. İkincisi ise; fıtraten insanın yetersizliğini idrak ederek, ancak bir başkasının yardımı ile bütünlüğe sahip olabileceğine dair güçlü bir inanç…
Bu iki temel öğe olmadan bir diyalog sağlıklı bir zemine sahip olamaz! Ama diyalogun devamında ve kalıcı hale gelmesinde, hatta diyalogu faydalı ve imtiyazlı hale getirmede ise iki temel unsur daha vardır. İlki, bilgiye karşı tarafsız/yansız olma… Kişinin bilgi ile ilişkisi, kendisine sunulan bilgi veya sahip olduğu bilgiye karşı tarafsızlığı kuşanması, eksiğini, fazlasını, zaafını ve güçlü yanını bulabilmenin yolunun bu olduğuna ilke olarak inanmasıdır. İkincisi ise anlamayı öncelemek, yargılamaktan vazgeçip anlamayı önceleyerek kendisine sunulan bilgi ile bağ kurmaktır. Tarafsızlık ve anlamaya açıklık bir diyalogun olmazsa olmazıdır. Bu aynı zamanda hem zihni bir faaliyetin olmazsa olmazı, hem de psikolojik vasatın sahih ve sahici bir zeminde durmasının da garantisidir.
Diyalog, yukarıda ifade edildiği gibi iki boyutlu bir zemini kurduktan sonra yüz yüze gelindiğinde bir müzakere adabı düzeyinde meselenin yeniden ele alınmasına ve buna dair belirleyici bazı ilkeleri ortaya koymakta yarar olacaktır. Diyalog bu düzeyi ile bir süreci işaret eder. İşte bu sürecin sağlıklı bir şekilde yürütülmesi için gerekli olan isteği oluşturmakta önemlidir. Bu isteği ise sağlayacak ve sürecin sağlıklı bir şekilde yürütülmesine imkân tanıyacak olan şey; kişinin hakikate olan düşkünlüğü ve yaptığı işin hem anlamlı olduğu ve hem de yaşamının anlamını içereceği için kendisini bir dava sahibi kılacağına olan inançtır. Ezcümle; ilahi rızayı eksene alan bir yaklaşım üzerinden diyalogu sağlama çabası ve bu çabanın ilahi rızaya mündemiç olacağına olan imandır. Bu isteği güçlendireceği gibi sürecin sağlıklı yürümesine de zemin oluşturur.
Artık müzakere adabına geçiş yapılabilir seviyeye gelindi. Diyalog bir müzakere biçimidir. Tartışma ve eleştiri değil! Tartışma hakikati açığa çıkarma amacı taşısa bile tartışmanın kendisinin psikolojik gerginlikler oluşturması yüzünden çoğu zaman maksadı hâsıl etmez. Eleştiri de muhatabı yok sayan bir noktaya taşınma ihtimalini her zaman barındırmaktadır. Bu yüzden sağlıklı bir zemine sahip değil! Zaten aklı başında her insan tartışma ve eleştiri zeminlerinde üslubun ve adabın sürekli zaaf taşıdığına tanıklık etmektedir. Bu, onların çatışma üzerine kurulu olan bir kültürün yapısını taşımayla birebir ilişkili bir durumu içerdiğini gösterir.
Müzakere ise bambaşka bir zemine işarettir. Müzakerede herkes kendi bilgisini sunar, yaklaşım biçimini önerir. Ama başkasının ne dediğine kulak kesilir, kendisinin söylediğinin doğru ama yanlış olma ihtimalini taşıdığını, başkasının söylediğinin ise yanlış ama doğru olma ihtimalinin olacağını peşinen kabul ederek müzakereye başlar. Ki klasik Mezhep İmamları bu sözü bir düstur olarak ifade etmişlerdir.
Artık müzakere adabına geçebiliriz. Burada da karşılıklı hoş görü, birbirini dinleme ve muhatabını yargılamak yerine anlamayı önceleme, suçlamayı bir tarafa bırakarak onda gördüğü doğruyu dile getirme ve bir güven zemini oluşturma çabası elzemdir. Hakaretten uzak durma, yetersizliğini vurgulamama, bilmediğine atıf yaparak onu öfkelendirmeme, aşağılama hissiyatı taşımama gibi temel unsurlara riayet etmektir. Kendi bilgisinin niteliğini ve niceliğini bilmeli, muhatabının da bilgisine ve niteliğine dikkat ederek hitap etmelidir. Bir şuur üzerinden hareket etmeli, amacını sadece doğruya ulaşma olarak ortaya koymalıdır. Ki böylece sürecin az hasarlı ilerlemesine zemin hazırlama ve oluşan hasarı gidermenin kolaylığını sağlamaya katkısı olsun…
İşte diyalogu bu sürecin gerekliliğine ikna olmuş kişiler yapabilir. Şartları yerine getirdiklerinde ise yeni bir düşünce, yeni bir düşünme zemini ve yeni bir ruh ve dava sahibi olmaya imkân sağlanabilir. Yoksa mı? Hali pür melalimiz ortada…