Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

Toplumsal örf ve akillerin görüşü

İlk bakışta çok basitmiş gibi görünen kavramlar var. Ancak karşıtlarının ve muadillerinin önüne yerleştirildiğinde beklenmedik bir karmaşıklık ortaya çıkar. Geçen hafta, “kolektif akıl”dan ve onu ayrıştırmaya çalıştığım kalabalık veya sürü zihniyeti/sürü davranışından söz etmiştim. Bu ayrımın nedeni, kavramları birbirine karıştırmaktan kaçınması gereken yazarların ve hatiplerin bile iki kavramı sık sık karıştırması dolayısıyla bu karışıklığın istenmeyen kültürel veya ahlaki karmaşıklığa yol açmasıdır.
Örneğin bazıları, ‘kolektif aklın’, bireyin kişiliğinin zayıflaması ve akılcılığın yitirilmesiyle eş değer olduğunu düşünmüşlerdir. Bu zan bir abartı değil. Fakat burada beni ilgilendiren, fikrin, yani ‘kolektif’ kavramının kökenine gitmektir. Bu kavram bana iki zıt şekilde kullanılıyor gibi geldi. Bazen kolektif kavramı, hakikatin, birliğin ve orta yolun yerine kullanıyor. Bu durumda kavramın karşıtı yoldan sapma, çatışma ve aşırılık oluyor. Bazı durumlarda ise durgunluğa, geri kalmışlığa ve geçmişe bağımlılığa (yani isyan edilmesi gerekene) yakın anlamda kullanılıyor.
Başka bir deyişle modern Arap kültürü, kolektif kavramında ve bireyin onunla olan ilişkisinde olduğu kadar, her birinin sosyal düzende işgal ettiği yaşamsal rol ve kavramsal işlev hususunda da belirsizlik içerir. Bunun açıklaması sadedinde şöyle diyebiliriz: Miras kalan kültürümüz, tüm eski kültürler gibi, “kolektif”in statüsünü yükseltme eğilimindedir. Bu eğilim, dini düşüncenin birlik ve uyum üzerindeki vurgusu, kolektifi dini tecrübede çok önemli bir rolü olan organik bir sistem olarak tasvir etmesiyle pekiştirilmektedir. Kavramın geleneksel metinlerde kullanıldığı çeşitli bağlamlar analiz edildiğinde, çoğu durumda şu anda “genel eğilim” dediğimiz şeye, yani ilan edilen sayısal çoğunluğa atıfta bulunduğu görülür. Sayısal çoğunluk ile gerçek çoğunluğun arasını ayırmak için özellikle “ilan edilen” diyerek vurgulamak istiyorum. Çünkü burada gerçek çoğunluktan söz edilemez. Bunun nedeni yeni Müslümanlarda olduğu gibi, suskunluk, baskı ve ihmalin yanı sıra, çoğunluk ve azınlık bakımından görüşü dikkate alınmayan kadınlardır.
Bu girişin ardından çoğunluk ve azınlık arasındaki karşılaştırmanın aslında Müslüman kültüre içkin olmadığını da belirtmek isterim. Burada azınlık diye bir şey olmadı, dolayısıyla çoğunluk yoktu. Nitekim çoğunluk ve azınlık şu iki kavramla ifade edildi: Cemaat ve cemaat dışı (bazen isyankar anlamında şaz ifadesi kullanılır). Bu bağlamda Hz. Peygamber’e atfedilen, “Cemaate tâbi olun, çünkü Allah'ın eli cemaatin üzerindedir” hadisi meşhur olmuştur. Bazı rivayetlerde, “Cemaatten ayrılan ateşe ayrılmış olur” ifadesi de yer alır. Fakat aslında bu hadisin bir parçası değildir.
Bu analiz, cemaatin görüşünü “genel örf” konumuna yerleştirir. Burada, genel örfü ve cemaatin görüşünü fakihlerin “örfü’l-ukalâ” veya “binau’l-ukalâ” olarak isimlendirdiği şeye, yani aklın hükümlerine veya dinleri ve zamanları ne olursa olsun bilge adamlarının eylemlere yerleştirdiği değerlere yaklaştırmaya çalışıyorum. Arap ve İslam kültürünün ortak insanlık değerlerini, yani akıl sahibi insanların uzlaşısını kabul etmesi ve kendi dokusuna katması için bu yakınlaştırmayı gerekli görüyorum.
Burada belirtmek gerekir ki tüm tartışmamız insanlar arasındaki ilişkiyi düzenleyen çerçeve ve toplumsal değerlerle ilgilidir. Bilim alanı tüm bunlardan uzaktır. Bireyin veya grubun bilimsel görüşü eşittir. Biri diğerinden üstün olmadığı gibi birbirlerini iptal de edemezler. Daha önceki yazılarımda ‘icma kavramından bahsetmiş ve bunun bilimsel deliller arasında denge sağlamayı değil, fikir ayrılıklarının üstesinden gelmek için kural oluşturmayı amaçladığını söylemiştim.