Elimde, günümüz Araplarının arzuladığı sosyo-ekonomik harekette halk kültürünün merkezi rolünü canlandırmaya yönelik bir çağrı olan ‘Kültürel Gelişim Üzerine Yeniden Düşünmek’ kitabı var. Yazar, Dr. Muhammed Hasan, konunun teorik temeli ile talep ettiği uygulamaları ilişkilendirmek için büyük çaba sarf etmiş. Ancak, Araplar tarafından yapılan birçok araştırmada olduğu gibi sosyal mensubiyetlerin etkisinden kurtulamamış ve bilimsel yönünü hakkıyla yerine getirememiş. Ancak bu, miras veya dini değerlerle ilgili konulara yaklaştığımızda çoğumuzun karşılaştığı bir sorun. Bu durumlarda, yazarın dinî bir gerçek olduğuna inandığı şeye karşı bilimsel bakış açısı geri çekilebilir, ancak bu sadece genel bir izlenim veya olası anlayışlardan biri olabilir. Bu sorunu açıklığa kavuşturmak için kitapta defalarca atıfta bulunulan ve önermelerinden bazılarının arka planını oluşturan iki konuya odaklanacağım: Batı ile ilişki meselesi ve gelecekteki iyiliği geçmişe dönüşle ilişkilendirme meselesi.
Yazarın, Arap kültürünün modernleşmesine ilişkin herhangi bir ciddi tartışmada Batı ile ilişkinin çok önemli bir unsur olduğunun farkında olduğu açık. Ancak konuyu ele alırken uygun bir çaba göstermemiş, söylendiği gibi karşıtları bir araya getirmek istemiş. Bu, onun ‘kültürel Batı ile saldırgan sömürgeci Batı’ olarak adlandırdığı şeyi birbirinden ayırma çağrısında ortaya çıkıyor. Bu fikir, Batı'da gelişen kültür ve felsefenin reddine paralel olarak, İslam dünyasında yaygın olan teknoloji ve deneysel bilimlerin kabul edilmesini talep eden bir benzerine karşı kesinlikle ileri bir adımı temsil ediyor. Bu nispeten gelişmiş bir fikirdir, ancak büyük bir sorundan, yani değerleri insan bilincinin dışında, başarılmış ve baskın varlıklar olarak ele almaktan yoksun değildir. Bu yaklaşımın, hayatı, farkındalığı ve seçimi dışındaki faktörler tarafından şekillendirilen pasif, etkilenmiş bir varlık olarak değerlendirilmesine dayanan hasta bir insan anlayışının yansıması olduğunu düşünüyorum. Bu, rönesansın ilk temelleriyle, yani insanı mükemmel, adil, iradeli, kendi dünyasını yaratan, kendi geleceğini inşa eden, kaderinden sorumlu ya da en azından tüm bunlara ortak olarak kabul etmekle çelişir. Bu anlam, bahsettiğim ikinci konu olan geçmişe referans ve model olarak bakmakla bağlantılıdır. İmam Malik bin Enes’e (r.a.) izafe edilen ve meşhur olan bir vecize vardır: “Bu ümmetin sonunun ıslâhı, ancak öncekilerin ıslâh oldukları şeyle mümkün olacaktır.” Hatta insanlardan bazıları bu sözün Hz. Peygamber’e ait olduğunu zannetti. Her mezhep bu ifadeyi kendince yorumladı. Ümmetin ıslahının dinde olduğu anlaşılıyor. Bununla birlikte, bizzat İmam Malik'in deneyimi de dahil olmak üzere tekrarlanan tecrübeler, bu ifadenin gerçekte bir karşılığı olmadığını ortaya koydu. İlke, tekrarlanan deneyimin görüşün geçerliliğinin kanıtı olduğudur.
Geçmişte olanlar hakkında uzun uzun konuştuk ve buna gerek yok. Ama ben konunun özüne odaklanmak istiyorum: Yani insanı; değerlerin, fikirlerin ve ideolojilerin atıldığı ve dolayısıyla onları olduğu gibi kabul eden boş bir kap olarak görmek. Bence bu, dinin statüsüne dayanıyor, çünkü İslamcıların çoğu, insanın dini hayatını şekillendirmede hiçbir rolü olmadığını, bunun yerine pasif bir alıcı olduğunu, değerleri ve öğretileri olduğu gibi alıp, tartışmadan veya gözden geçirmeden özveri ve teslimiyet içinde uyguladığını düşünüyor. Bu, din ile inananlar arasındaki ilişkinin bir tasavvurudur, bunu yozlaşmış olarak görüyorum, hatta birçok yenilenme girişiminin başarısızlığının nedeni olduğunu düşünüyorum.
Dinin rönesans için bir gereklilik olduğu hipotezi, doğru dinin eskilerin dini olduğu hipotezi gibi kanıtlarla desteklenemez. Aynı şekilde, dini yaşam deneyiminin yaratılmasında ve ayrıntılarının formüle edilmesinde bireyin rolünü inkâr etmek de kanıtlanamaz. Rönesans – özellikle bu dönemde- birey özgür, rasyonel ve ahlaki bir varlık olarak konumunu yeniden kazanmadıkça imkansızdır.
Din, pasif ve edilgenlerin omuzlarında yükselemez: bunun yerine, geçmiş ve şimdiki zamanla, büyülenmeden ya da boyun eğmeden, güvensizlik duymadan ya da yüceltme olmadan, Batı ve Doğu'daki insan deneyimleriyle etkileşime giren hayat yapıcıların ellerinde yükselir.