Uluslararası siyaseti etkileyen genel çalkantılara rağmen, ideolojilerle çelişen siyasi yakınlaşma atmosferi ve çatışan taraflar arasında çıkarlar düzeyinde köprüler kurma çabaları gösteriyor ki oyuncuların çoğu, her türden ideolojinin ve çeşitli siyasi ideallerin başarabileceklerinin sınırlarını fark etti. Şu anda baş gösteren siyasi eğilim, nihai özellikleri henüz netleşmemiş olsa da ideolojiler ve yaydıkları etik veya pratik üstünlük yanılsaması güvencesi pahasına pragmatizme ve iç içe geçmiş karmaşık uluslararası çıkarların koşullarına boyun eğmeye doğru büyük bir kaymaya işaret ediyor.
Bu değişimi en iyi gösteren husus, görev süresinin başında demokratik sistemler ile totaliter rejimler arasındaki çatışma teorisini ortaya atan Başkan Joe Biden yönetimiyle birlikte ABD'nin, siyasi idealleri çıkarlara üstün tutma konusunda çok ileri giden siyasi yönelimleridir.
Nitekim işte Washington, uzun bir siyasi, güvenlik ve ticaret savaşı dizisinden sonra, büyük bir tereddüt ve kafa karışıklı ile de olsa, aktif olarak Pekin ile uzlaşıyı geliştirmeye çalışıyor. Washington'un idealleri, ABD pazarının ve özellikle de liderlerinin ‘büyük Çin pazarını’ kaybetme riskini göze alamadıkları teknoloji sektörünün çıkarlarıyla çatışıyor.
Bu kapsamda yarı iletken sektörünün önde gelen Amerikan şirketlerinin üst düzey yöneticileri, ulusal güvenliği güçlendirme ve Pekin'in askeri kapasitesini güçlendirmesini engelleme gerekçesiyle bu şirketlerin Çin'e satışlarına getirilen yeni kısıtlamalara karşı, bir halkla ilişkiler kampanyası yürütüyor ve Beyaz Saray üzerinde baskı kurmaya çalışıyor. Bu bölünme, ABD teknoloji sektörünün liderleri arasındaki endişenin boyutunu, Çin ile çatışma ideolojisinin hakim olduğu ABD politikalarının teknolojik ilerlemelerini engelleyeceğine ve Amerikan liderliğini çökerteceğine dair korkularını ortaya koyuyor.
Paralel bir başka gelişme de ideolojinin pragmatik çıkarlara meydan okuma gücünün yetersiz kaldığını ortaya koydu. Söz konusu gelişme Biden yönetiminin Suudi Arabistan Krallığı ile ilişkilerini yumuşatmaya çalışmasıdır. Bu, Biden yönetiminin daha önceki ikili ilişkileri liberalizm ile totaliter rejimler arasındaki mücadele olarak çerçeveleme yöneliminden keskin bir ayrılmadır.
Suudi Arabistan'ın OPEC ve OPEC+ çerçevesinde petrol piyasalarını korumak için oynadığı role karşı haksız Amerikan protestolarının sesi kısıldı. Sudan dosyası gibi bir dizi bölgesel dosyanın düzenlenmesi için Washington ile Riyad arasındaki siyasi temaslar aktif hale geldi ki bu da, iki başkent arasındaki ideolojik farklılıklara bakılmaksızın, ABD tarafının Suudi Arabistan’ın bölgesel ve uluslararası rolünün hayati öneme sahip olduğuna dair itirafıdır.
Bu arada Türkiye, daha önce değiştirmeyi hedeflediği rejimlerle uzlaşma yolunda siyasal İslam'ı ihraç etme projesinden vazgeçtiğine dair her gün kararlı siyasi sinyaller veriyor. Bu pragmatik Türk siyasi dönüşümü Ortadoğu'nun ötesine uzanıyor. Türkiye içinde bulunduğu ekonomik, mali ve parasal bunalımdan kurtulmasına katkı sağlaması umuduyla, Avrupa ile yakınlaşmaya çalışıyor. Örneğin, Ankara'nın İsveç'te bir aşırılık yanlısının Kur’an’ın bazı sayfalarını yakması olayıyla ilgili olarak olağan popülist söyleme başvurmaması, bunun yerine İslam başkentlerden gelen rasyonel açıklamalara daha yakın görünmesi dikkat çekiciydi. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Avrupa ile ilişkileri geliştirmek için İsveç'in NATO'ya üyeliğiyle ilgili olarak daha önce öne sürdüğü şartları kaldırmaktan çekinmedi. Her ne kadar bu kabulünü İsveç'in NATO üyeliğinin önünü açmaya karşılık Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliğinin önünün açılması şartı ile kamufle etse de uzmanlar bunun propaganda temelli bir kamuflajdan ibaret olduğunda hemfikir. İsveç'in NATO'ya girişi, ittifak üyesi olan ve diğer üyelerle eşit veto hakkına sahip olan Türkiye'nin vetosunun kaldırılmasına bağlı iken, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne girişini, İsveç gibi tek bir devletin vaatleri etkilemez. Aksine, bunun dışında Ankara'nın kendisinin uygulamaya hazır veya istekli görünmediği prosedürler ve reformlar var.
Aslında hem İslamcı Ankara'nın hem de liberal Washington'un davranışlarında ifadesini bulan ideolojik dili hafifletme modeli, uzun bir süredir çıkarlar ve pragmatizm pahasına bir idealler ve fikirler çatışmasıyla yönetiliyor gibi görünen uluslararası ilişkileri çevreleyen dönüşümlere dair kısa bir bakış sunuyorlar.
Buna karşılık, Rusya ve İran örnekleri, ideolojik vizyonlara sarılı kalmanın potansiyel yansımalarına ışık tutuyor. Her iki ülke de önemli sosyal, ekonomik ve askeri zorluklarla yüzleşmeye devam ederken, ideolojilerinin sınırlarını aşma konusundaki yetersizlikleri nedeniyle bu zorlukları hafifletme ihtimalleri bulunmuyor. İran'ın komşularıyla bölgesel uzlaşma ve anlayış çabaları bile, İran'ın çıkarlarının gerektirdiği ile ideolojisinin dayattıkları arasındaki çelişki nedeniyle son derece kırılgan görünüyor. İki ülke arasında büyük iş birliği için malzeme olabilecek yaklaşık 28 ortak enerji sahasının mevcudiyetine rağmen, İran'ın Durra Gaz Sahası konusunda Suudi Arabistan ile olan anlaşmazlığının aniden yenilenmesi, bunun açık göstergesi.
Ukrayna'yı işgal ederek çok kutuplu bir dünya yaratmanın peşinde olan Vladimir Putin Rusya’sı ise, bir anlığına sürse de Wagner lideri Yevgeniy Prigojin'in yükselişiyle birlikte, Putin’in yönetime gelmesinden beri ilk kez çok kutuplu liderlikle yüzleşti. Alternatif fikri, tek liderli rejimleri saran bir korkudur. ASEAN (Güneydoğu Asya Ülkeleri Birliği) veya BRICS gibi paralel siyasi blokların Moskova'nın ideolojik söyleminde önemli konumlar işgal ettiği çok kutuplu dünyaya gelince, Putin, yaratmaya çalıştığı dünyada bile kapana kısılmış durumda. Önümüzdeki ay BRICS zirvesine ev sahipliği yapması beklenen Güney Afrika, aleyhinde çıkarılan uluslararası tutuklama emri gölgesinde çaresizce Putin'i zirveye katılmamaya ikna etmeye çalışıyor. Bu, günümüzde uluslararası ilişkilerin en belirgin özelliği olarak ilerliyor gibi görünen gerçek dünyanın gerçekleri karşısında hayali ideolojik dünyalarda yapılabileceklerin sınırları hakkında bir fikir veriyor.