Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

Makâmât-ı Harîrî’yi neden terk ettik?

Dünya üzerindeki her toplumda (şu ya da bu derecede) mevcut olduğunu varsaydığım, düşünmenin rasyonelliğini bozan bir faktör var. Bununla, geçmişi bilimin yüce değerlerinin ve standartlarının kaynağı olarak görmeyi kastediyorum. Bu faktör bir yandan rasyonel görünüp diğer yandan rasyonaliteyi bozduğu için biraz kafa karıştırıcıdır.

Konuyu açıklığa kavuşturmak için basit bir örnek verelim:

Yunan filozofu Platon bundan 2400 yıl önce, insanların türlerine veya bugün dediğimiz gibi genlerine göre farklılık gösterdiğini tespit etmişti. Orduya hazır olarak doğan insanlar ve bilge ve öğretmen olarak doğanlar var… Bir sınıf ülkeyi yönetmek için doğarken diğerleri demirci ve köylü gibi çalışmak için dünyaya geliyor.

Bu vizyon geçmiş çağlar boyunca hakim oldu. Kilise, Bizans İmparatorluğu ve ardından Kutsal Roma İmparatorluğu döneminde bunu benimsedi. İslam devleti onu ilk günlerinden itibaren benimsedi ve Müslüman alimler onu müsellemattan biri olarak kabul ettiler. Bu, onların hür erkeklerle köleler, kadınlarla erkekler, Araplar ile diğerleri ve Kureyş ile diğerleri arasındaki ayrımlarında açıkça görülüyor.

Peki, bugün bir insan, dünya kültürü ve tarihine kök salmış bu vizyon hakkında ne diyor?

Sınırlı bilgime dayanarak, çoğu insanın bunu reddedeceğini tahmin ediyorum. Son yıllarda bilim ve teknolojideki değişimlerin eski görüşü destekleyebilecek her türlü kanıtı ortadan kaldırdığını iddia edebilirler. Ama bazı kimseler şöyle diyebilirler: Bu, asırlardır binlerce âlimin inandığı bir şeydi, peki onlar cahil miydi, gafil mi?

Belki bizim bulamadığımız bir tür mazeretleri veya kanıtları vardır. Önemli olan, bu vizyonu boşuna veya anlamını bilmedikleri için benimsememiş olmalarıdır.

Bu reddedilemez bir argüman. Bizim yanlış gördüğümüz bir fikri kabul ettikleri için o insanları cahil ilan edersek, o zaman bugün benimsediğimiz her fikri yeniden gözden geçirmeliyiz. Çünkü kökleri geçmiş bilimlere dayanmayan herhangi bir çağdaş teori yoktur.

Geçen haftaki yazımda, bugünün görüşünün dünün fikrinden geçişin bir sonucu olduğunu ve dünün fikrinin kendinden öncekilerle bağlantılı olduğunu belirtmiştim. Bakın, James Maxwell ve Isaac Newton'un mirası olmasaydı, bu çağın en önemli bilim insanı olan Albert Einstein, bilimin akışını değiştiren teorisini yaratabilecek miydi? Galileo Galilei ve Johann Kepler'in parlak bilimsel çıktıları olmasaydı, Newton fizikteki teorisini geliştirebilir miydi? Bunlar Kopernik'in keşiflerinden ayrılabilir mi? Böylece silsile MÖ 3’üncü yüzyılda yaşamış olan İbnü'l-Heysem, Batlamyus ve Arşimet'e kadar uzar gider.

Bu madalyonun bir yüzü. Bir de diğer tarafa bakalım:

Neden İbn Sina'nın tedavileri yerine modern tıbbı benimsiyoruz? Neden Hariri'nin türbelerini değil de modern romanlarla ilgileniyoruz? İmru’l Kays, Antare bin Şeddad, Tarafe bin el-Abd, Amr bin Gülsüm ve diğer muallakat şairlerinin mirasına sahipken neden çağdaş şairleri alkışlıyoruz? Eski Arap şairlerini neden terk ettik? Neden modern bilim insanları yerine Newton, Galileo ve Batlamyus’un fiziği ile ya da kendilerinden bugüne kadar gelen on binlerce fakih yerine, İmam Cafer-i Sadık'ın, Ebu Hanife'nin, Malik'in, Ahmed'in veya Şafi'i'nin fıkhıyla yetinmiyoruz?

Cevabı hepimizin bildiğini biliyorum: Bilimsel teori, zamanında önemlidir, sonra arşivlere gider. Peki, kendimize soralım: Aynı ilke kimlik ve inançla ilgili bilimler için de geçerli midir? Bence mesele tartışmayı değil, zihnin içeriğini kendi kendine yansıtmayı ve gözden geçirmeyi ve belki de bu içeriklerin zaman haritasındaki yeri hakkında kendi kendini sorgulamayı gerektiriyor.