Hiroşima ve Nagazaki'ye Ağustos 1945'te atılan atom bombalarının yarısı anında olmak üzere 220 bin kişinin ölümüyle sonuçlanmasının ardından, 1950’li yılların başında Robert Oppenheimer'a yaptığı keşiflerin ciddi ahlaki boyutunun farkında olup olmadığı soruldu. Kendisi şöyle dedi: Bilim insanının görevi gerçeği aramaktır. Bu gerçeğin nasıl kullanılacağı ise siyasetçilerin işidir.
Bu, ‘atom bombasının babası’ olarak bilinen birinden gelen şok edici bir yanıttı. Fakat boğuk sesli ve sigara nedeniyle göğsü tıkalı bu soğuk adam rahat bir yaşam sürmedi. Araştırma çalışmalarının istismar edilmesinden kaynaklanan sapmaları sınırlamak için elinden geleni yaptı. Rusya adına casusluk yapmakla suçlandı, CIA tarafından göz hapsinde tutuldu, hain olarak görüldü ve bu yaftadan ancak birkaç yıl önce Başkan Obama döneminde aklandı.
Oppenheimer, kendi deyimiyle ‘bilgi ve gerçek için’ çalışan ama araştırmaları yıkım için kullanılan yüzlerce bilim insanından biri. Hitler'e karşı koymak ve demokratik dünyayı faşizmin dönüşüyle tehdit eden Nazizm'e son vermek için ilk Amerikan nükleer silahlarını üretmeye yönelik bir araştırma ve geliştirme projesi olan Manhattan’ın direktörü olarak çalıştı. Oppenheimer ve yüzlerce bilim insanı gezegeni diktatörlüğe karşı koruduklarını düşünüyor ve insanlığı kurtuluşuna doğru götürdüklerini düşünerek zamana karşı bir yarış içinde çalışıyorlardı.
Bu, uzmanlık alanlarında sivrilmiş bilim insanları için safça görünen bir tutumdu. Özellikle Oppenheimer bir ‘dahi’ olarak tanımlanıyordu. İngiltere ve Almanya'da ihtisas yaptıktan sonra, dünyanın birinci gücü olması için ihtiyacı olan bilimleri ABD’ye getiren ilk fizik doktoruydu.
Oppenheimer, ilk deneme testi olan Trinity’nin başarısı üzerine, "Bazıları ağladı, bazıları güldü ve çoğunluk sustu. Ancak projenin tüm araştırmacıları, tarihin sonsuza dek değiştiğini anladı” dedi.
Savaşı durdurmayı amaçlayan Hiroşima ve Nagazaki felaketleri için de şunları söyledi:
“Tahmin ettiğimizden daha fazla cana ve yaşama mal oldu. Olanları gördükten sonra artık bunu söylemek benim için daha kolay. Şimdi ben ölüm oldum, dünyaların yok edicisi.”
Oppenheimer ellerinin kana bulandığını hissetti, hidrojen bombası çalışmalarını sürdürmeyi reddetti ve silahlanma yarışında ilerlemenin sonunun iyi olmadığı görüşünü dile getirdi. Bugün her zamankinden daha ütopik görünen bir fikir ortaya attı. Birbirlerini tamamlamaları ve insan kardeşliği için çalışmaları amacıyla bilim ve nükleer silahlanma alanında yarışan ülkeler arasında koordinasyon çağrısında bulundu. Bu, ancak Kovid-19 salgınına bir aşı bulma araştırmaları sırasında kısmen uygulanan bir şey.
İdealist fikirlerinin yanı sıra erkek kardeşinin Komünist Parti üyesi olması ve kendisinin de parti üyeleri arasında dostlarının olması nedeniyle komünist olduğundan şüphe edildi.
Gizlemeden deklare ettiği özgür ve cesur fikirleri, muhalifliği ve akademisyenleri, bilim insanlarını, mühendisleri ve teknisyenleri bir araya getiren bir sendika yaratma çabası, onun Amerikan hükümetini yıkmak için planlar yapmakla suçlanmasına yol açtı.
Bilim insanları ve iktidar arasındaki gerilim, bir tarafın sadakatinden ve diğer tarafın ihanetinden değil, iki tarafın her birinin bakış açısındaki radikal farklılıklardan kaynaklanır. Bir taraf hızlı, doğrudan ve sınırlı bir fayda isterken, diğer taraf insani varoluşa dair panoramik bir bakışa sahiptir. Oppenheimer bir devletin bilim adamlarına karşı tavrı ne olmalıdır diye sorulduğunda, “Onları sevmeli” cevabını vermişti.
Soğuk Savaş'ın zirvesinde, bilimsel araştırmaların herkese açık olmasını ve bilim insanlarının kendi aralarında bilgi alışverişinde bulunmaları için kanallar açılmasını talep ederken devlet onu nasıl sevebilir? Yıllarca Los Alamos'ta bilhassa atom bombası araştırmaları için kurulan bir araştırma kompleksinde son derece gizlilik içinde yaşayan Oppenheimer, “Sırlardan nefret ederim" demişti. Bu komplekste öyle bir gizlilik hakimdi ki bilim insanlarının en ufak bir bilgiyi açıklamaları yasaklanmış ve bir casusun içlerine sızmaması için aralarında hiçbir bağlantı olmayacak şekilde araştırma gruplarına ayrılmışlardı.
Oppenheimer araştırmalarından pişmanlık duymadan öldü. “Bu sonuçlara ben ulaşmasaydım başkası ulaşacaktı. İnsanlığın kaderi bilgi ve bilim tarafından yönetiliyor, başka seçeneğimiz yok” demişti. Geriye bilim sonuçlarını doğru kullanmak ve onları yok etme için değil, insanlığın refahına olacak şekilde uygulamakta bilge olmak kalıyor diye eklemişti. Bu yüzden içinde gizliliği delmek, isyan etmek isteği duydu ama yapmadı.
Nice bilim insanları vardır ki araştırmaları dizginlerin ellerinden kaçtığı anda, arzuladıklarının aksi yönde sonuçlanmışlardır. Bilimsel araştırmalar da tıpkı bir edebi eser gibidir. Edebi eser sahibinin elinden çıkıp matbaada basılarak piyasaya sürüldüğünde ister akıllı ister ahmak bütün insanların yorumuna açık hale gelir. Yazar, metinler ve bunların yorumları üzerindeki yetkisini kaybeder.
Oppenheimer'ın kişiliği karmaşık, çok kompleks ve biyografisi, siyasi olarak yorumlamakta usta olmadığı büyük uluslararası çatışmalarla eklemleniyor. Kaldı ki uluslararası çatışmaları yorumlamak onun görevi değildi. O, diyaloga ve demokrasiye, onlara oynadığı bahsi kaybedene kadar inanmış birisiydi. Oppenheimer şöyle demişti:
“Ulaştığım sonucu anlatıyorum, yazıyorum, fikirlerimi insanlara açıklamaya çalışıyorum. Hükümetime açıklamaya, bunu tekrar tekrar yinelemeye, ısrar etmeye çalışıyorum, çünkü ilk defadan duymuyorlar.”
Sorun, şeffaflığın, gizliliğin ve insanlara karşı dürüstlüğün olmaması.
Oppenheimer'ın bu sözlerini okuduğunuzda onun bizimkinden farklı bir dünyada yaşadığını sanabilirsiniz. Şu an sinemalarda olan ve senaristliği ile yönetmenliğini Christopher Nolan'ın üstlendiği film, Kay Bird ve Martin J. Sherwin yazdıkları ‘American Prometheus’ adlı kitaptan alıntılanmış. Sherwin, Oppenheimer'ın bu biyografisi üzerinde çalışmaya 1980 yılında başladı ve tamamlaması 20 yıl sürdü. Bu süre içinde gizliliği kaldırılan 50 bin devlet belgesini topladı, bilgi verebilecek tanıkları kovaladı ve bu geniş derya içinde kayboldu. Bunun üzerine tarihçi Kay Bird'den yardım istedi ve dört yıl sonra 700’den fazla sayfalık kitap yayınlandı. Kitap, Pulitzer Ödülü’nü kazandı, çok satanlar arasına girdi ve Oppenheimer'ın adı yeniden öne çıktı.
İki büyük yazarın emeklerini filmi tamamlamak için kurulan büyük sinema atölyesine eklediğimizde, filmin kaç yıllık bir mayalanma ve arınma sürecine ihtiyaç duyduğunu, bilim ve sanatın birikimli olması gerektiğini, aksi takdirde bilim ve sanat olmayacağını anlarız.
Film, bu usta araştırmacının kişiliğini ve etrafına örülen ve onu tuzağa düşüren ipleri ele almaya çalışıyor. Ancak Oppenheimer’ın biyografisindeki en önemli nokta, bilim insanlarının araştırmalarını laboratuvarlarında ve tek başlarına yürütürken yaşadıkları tehlikeli romantiklik ve buna karşılık, araştırmalarının onların rızası olmadan ve hatta tavsiyeleri alınmadan istismar edilmesindeki vahşiliktir. Edinburgh Üniversitesi'nden Dr. Ian Wilmot, koyun Dolly'i klonlayan ekibe liderlik ettiğinde korktuğu şey de buydu. Yapay zekanın bilim insanlarının uyardığı sonuçlarını, dizginlerin herkesin elinden kaçmasından sonra bu buluş ölümcül ve tahrip edici bir silah olarak kullanıldığında neler olacağını gelecekte göreceğiz.