Son iki yılda Batı ve Orta Afrika'da yaşanan darbelerin, özellikle de son darbeler olan Nijer ve Gabon'un kaderini belirleyecek yöntem ve yaklaşımı yargılamak için henüz çok erken. Darbelerin çözüm yöntemi açısından paylaştıkları önemli başlıklar olduğu doğru ve bu başlıklardan bazıları da şunlar; geçiş döneminin deklare edilmesi, yönetici askeri konseyin varlığı, darbe ilkesini reddeden uluslararası baskılar, Afrika yaptırımları ve özellikle Nijer'e yönelik Afrika askeri müdahalesi tehditleri. Ancak askeri müdahale tehdidi, Afrika'nın önemli güçlerinin kendisini reddetmesine ek olarak, sonuçları garantili olmayan herhangi bir askeri harekâtın karşı karşıya olduğu büyük zorluklar nedeni ile ortadan kalkıyor.
Bunlara bir de hem kolonyalizm hem de doğrudan sömürgecilik veya geçen yüzyılın altmışlı yıllarından bu yana Fransız etkisinin tüm tezahürlerini koruyan resmi bağımsızlıktan sonra söz konusu ülkelerdeki Fransız tarihi ekleniyor. Fransız etkisinin en önemli tezahürü, kültürel olarak ve çıkarlar açısından çeşitli Fransız çevreleriyle bağlantılı kalan ulusal hükümetlerin yönetimi altında bu ülkelerin zenginliklerinin sömürülmesiydi. Nitekim son darbeler, resmi bağımsızlığa ve aciz demokrasilere rağmen durmayan yağma, yolsuzluk, Fransız ve genel olarak Batılı kibir girdabına bir tepki olarak ortaya çıktı. Tüm bu ortak unsurlara rağmen her darbenin dahili ve harici kendine özgü bir süreci de var.
Sürecin özgüllüğü uluslararası dış ortamla ve büyük uluslararası kutuplar arasında Afrika'nın zenginliklerine yönelik yoğun rekabet durumuyla yakından ilgili. Bu kutuplar arasında Çin ve Rusya başı çekiyor. Rusya bir buçuk yıl önce Ukrayna savaşına girişmeden bile Afrika’da nüfuz kazanıyordu. Aynı dönemde Fransız nüfuzunun gerilemesinin yanı sıra ABD bir kafa karışıklığı yaşıyor, Avrupa’nın etkisi zayıflıyordu. Hem de Avrupa ve ABD’nin kara kıtanın birçok ülkesinde Çin'in ekonomik ve askeri, Rusya'nın askeri ve güvenlik açıdan genişlemesini kuşatma isteğine rağmen.
Genel olarak yeni jeopolitik ve jeostratejik denklemlerin oluşmakta olduğu bir uluslararası Afrika ortamı var ve bu da söz konusu darbelerin yaşanmasına bazı açıklamalar getirebilecek unsurlar sunuyor. Aynı zamanda, ciddi olabilecek karışıklıklardan azade olmayan bir gelecek süreci de oluşturuyor. Bu süreç genel olarak uluslararası ilişkilerin yönetilmesine ilişkin yeni, her konumun doğasına göre, değişen oranlarda da olsa, herkesin çıkarlarını dikkate alan bir formülle ilgili uluslararası kutuplar arasında bir tür fikir birliğine varılıncaya kadar sürecek. 1972 ve sonrasında Sovyetler Birliği ile ABD arasında stratejik silahların sınırlandırılması ile bundan önce hüküm süren Afrika iç savaşlarının çoğunu çözmek için iş birliği yapma alanlarında iki kutup arasında iş birliğine dayalı bir çerçeve oluşturan uluslararası uzlaşma politikası deneyimini hatırlamak, geleceğe yönelik bazı olasılıkların öngörülmesinde yardımcı olabilir.
Bu tarihsel yaklaşım birçok sonuca götürüyor. En önemli sonuç, yalnızca kıtanın batısında ve ortasında yer alan darbe ülkeleri değil, tüm Afrika’nın artık daha fazla ayartmaya, müdahaleye ve stratejik revizyonlara açık olduğudur. Buradaki en büyük zorluk, Afrikalı seçkinlerin kendileriyle ilgili. Keza ülkelerinin kalkınması, iç güvenliğin sağlanması, tüm uluslararası kutuplarla dengeli ilişkiler kurulması, mevcut etnik kökenlerin ve siyasi akımların hiçbirinin dışlanmadığı bir yönetim modelinin inşa edilmesi, ulusal zenginliğin optimal kullanımı ve gelirlerin adil dağıtımı adına bu zorluğun üstesinden nasıl geldikleriyle de bağlantılı.
Şu anda bazı Batı Afrika ülkeleri ile Sahel ve Sahra bölgesinin karşı karşıya olduğu yapısal zorlukların büyük bir kısmı, birçok ülkede faaliyet gösteren ister DEAŞ ister el-Kaide bağlantılı alt gruplar olsun İslamcı radikal örgütlerle mücadeleyle ilintili. Yirmi yılı aşkın süredir Boko Haram tehdidiyle mücadele eden, devlet ile örgüt arasındaki güç farkına rağmen bu mücadelede pek bir başarı kaydedemeyen Nijerya gibi nispeten istikrarlı görünen ülkeler de buna dahil. Nijerya bile bu mücadelede zorlanırken, Mali, Burkina Faso, Nijer, Çad ve diğerleri gibi imkânları daha az, sosyal, ekonomik ve askeri açıdan daha geri durumda olan ülkeler için durum çok daha zorlu. Bu ülkeler Fransız desteği almaları ve Fransa’nın doğrudan askeri varlığına rağmen pek bir şey başaramadılar. Aksine Fransız varlığı bu ülkelerin halklarının geniş kesimlerinde hiddet ve öfke uyandırdı. Afrika'nın Sahel bölgesinde 10 yıl süren terörle mücadelede yerini başarısız Fransız ‘Barkhane’ operasyonuna bırakan ‘Serval’ harekâtı örneği çok uzak değil. Başarısızlık, Fransa'yı Mali'yi kendi kaderine, başta Rusya ve söz konusu silahlı gruplar olmak üzere başkalarının müdahalelerine açık bırakarak uzaklara kaçmaya itti.
Eski sömürge ülkelerinde Fransız askeri müdahalelerinin ters etkisine ilave olarak, zenginliklerin yağmalanması ve Fransa ile Batı tarafından desteklenen yozlaşmış yönetimlerin bir sonucu olarak ortaya çıkan halk öfkesi, sahada gerçekleştirilebilecek büyük stratejik revizyonlar gerektiriyor. Bu revizyonların yapıldığı duyurulsa da pratikte bir şey olmadı. Son revizyon, bizzat Cumhurbaşkanı Macron'un geçtiğimiz şubat ayında Afrika ile ilişkiler politikasını değiştirmenin, Afrikalılarla ilişkilerde babalığın (Paternalizm) ve kibrin terk edilmesinin, Fransız askeri varlığını temsil eden üslerin kapatılmasının, askeri üslerin Afrikalılaştırılmasının, Afrika ordularına eğitim ve silah sağlanmasına dayalı katılımcı bir modele geçişin gerekliliğine ilişkin açıklamasıydı. Daha önce de eski Cumhurbaşkanı Sarkozy 2007'de, Afrika ile yeni bir ortaklık kurulduğunu ve geçmişin politikalarına son verildiğini açıklamıştı. Yine Cumhurbaşkanı Hollande, Fransa'nın Afrika politikasının sona erdiğini ve karşılıklı saygıya dayalı ilişkilerin başladığını duyurmuştu.
Cumhurbaşkanı Macron’un kendisi bu ifadeleri farklı vesilelerle tekrarladı. Ama aynı zamanda, eski üstenci bakıştan yoksun olmayan ve çelişkili anlamlar yansıtan Fransız tutumlarını da açıklamaya çalıştı. Mesela 28 Ağustos'ta Fransız Büyükelçiler Konferansında yaptığı açıklamada; Mali, Nijer ve Burkina Faso'nun mevcut sınırlarını korumada Barkhane operasyonunun rolünden ve Fransız askerlerinin fedakarlıklarından bahsetti. Ülkelerindeki kalkınma koşullarının kötüleşmesinden de askeri darbeleri sorumlu tuttu. Ama bizzat Fransa'nın birçok darbeden, bağımsızlıklarını kazandıktan sonra bile eski sömürgelerindeki ekonomik koşulların kötüleşmesinden doğrudan sorumlu olduğunu unutmuş gibi yaptı. Cumhurbaşkanı Macron'un, Fransa'nın Cezayir'den ayrıldığında yağmaladığı Cezayir Ulusal Arşivinin iade edilmesi yönündeki meşru Cezayir talebine ilişkin tutumu da gizli değil. Fransa hâlâ arşivi asıl sahiplerine iade etmeyi reddediyor ve bu da revizyon çağrılarının uygulanamadığını ve karşılıklı saygıya dayalı yeni ilişkiler kurulmadığını ortaya koyuyor.
Kibir ve sömürü yalnızca doğrudan sömürgeciliğin felaketi değildir; aksine, en büyük felaket, medeniyet ve insani değerlerden sık sık söz edilmesine rağmen eski sömürgecilik alışkanlıklarından vazgeçemeyen birçok sömürge ülkesinin uyguladığı mali ve ekonomik sömürgeciliktir.