Hazım Sağıye
TT

Mevcut savaş ve büyük felaketin etkilerini sınırlama çabası!

Gazze'nin yaşadığı ve şu anda da yaşamakta olduğu İsrail vahşeti, en çılgın hayalleri bile aşıyor ve çoğu zaman dilin gerçeği tanımlamadaki kifayetsizliğini ortaya koyuyor. Ancak buna karşılık, felakete gösterilen tepkinin anlaşılabilir acı ve öfkeyle sınırlı kalması anlaşılır değil.

Olup biteni ve olmakta olanı rasyonel analiz diliyle anlamak da bir gerekliliktir. İsrail, bugün ulaşılan yere bizi ulaştıran uygulama aracı ise de, resmin tamamını anlamak için dikkate alınması gereken tek faktör değil. Aynı anlamda, başka paralel cephelerde ilerlemeden, sadece İsrail’i yermekle yetinmek, inananlar arasında misyonerlik yapmak gibi görünebilir. Özellikle de yerginin İsrail'e karşı ciddi nefret besleyen Arap okurlar için Arapça yazılmış olduğunda, ek bir iki hakaret de içermesi gerektiği göz önüne alındığında.

Acı, acının ardındaki pek çok nedeni göz ardı etmek için bir neden değil, daha çok bu nedenlere tekrar tekrar dönmenin, onları hatırlamanın ve üzerinde düşünmenin bir nedenidir. Filistin meselesinde bu nedenlerden akıl almayı iki kat gerekli kılan husus ise, bu acının zamanla uzayan, içeriği artan tarihidir.

Durum şu ki, çoğu kişinin sessizlikle örtmek istediği ilk kökün üzerinde durmaya artık gerek yok. O kökse, İsrail'in kapsamlı ve insanlık dışı bir şekilde istismar ettiği, Filistin meselesinin müzakere pozisyonundaki yapısal zayıflıktır. Çünkü Filistinliler İsraillilerle içeriden savaşırsa, İbrani devletinin muazzam askeri ve teknik üstünlüğü gölgesinde sonuç önceden biliniyor olacak. Ancak altmışlı yılların sonu ve seksenlerin başı arasında olduğu gibi onlarla dışarıdan savaşırlarsa, bu onları oluşum ve istikrar yolunda uzun mesafeler kat etmiş ülkelerle, gruplarla, tutuculuklarla ve çıkarlarla karşı karşıya getirecek. Bugün “savaş birliği”, “cephe birliği” ve “davanın Araplılığı” hakkındaki konuşmalar da büyük olasılıkla, Ürdün ve Lübnan'da iki iç savaşın patlak vermesiyle vermiş olduğundan daha fazla ve farklı bir meyve vermeyecek. Nitekim son olarak, Hamas hareketinin Lübnan'da "Aksa Tufanı İzcileri" olarak adlandırdığı öncü birliklerin kurulmasına ilişkin duyurusunun nasıl ortalığı birbirine kattığını, hatta hareketin kendisinin bile duyusunu geri çekmek zorunda kaldığını fark ettik.

Bu iki ders, en azından 1980'lerden itibaren merhum Filistin lideri Yaser Arafat tarafından en net şekilde anlaşılmıştı. Bu farkındalığı onu Filistin sorununun yapısal zayıflığını aşabileceği tek seçeneğe öncelik vermeye yönlendirdi. O seçenek de siyaseti tercih etme, çelişkilerinden yararlanma, mevcut Arap ve uluslararası kartlarına bahis oynamadır. 1987'de barışçıl olan ilk intifada deneyimi, 1991'de Madrid Konferansı'nı ve iki yıl sonra da Oslo Anlaşmalarını doğurarak söz konusu seçeneği güçlendirdi.

Ancak bu çatışmanın tarihinde belki de hakkında en çok sessiz kalınan, tekrar tekrar değinilmesi ve vurgulanması gereken husus, Suriye ve İran rejimlerinin siyasetin kapısını Arafat'ın yüzüne kapatma çabalarıdır ve bunun çok sayıda örneği vardır. Bunlar arasında seksenlerin ortalarında Filistin-Ürdün anlaşmasını engellemek ve kana boğmak, Mısır-İsrail arasındaki Camp David Analaşmasına katılımı yasaklamak, ardından Oslo ve sonucunda ortaya çıkan diğer durakları hedef almaya aktif bir şekilde katılmak sayılabilir.

Bu siyasi girişimlere karşı pek çok eleştiri ve itirazlar getirilebilir ve büyük bir haklılıkla bunların eksik ya da yarım oldukları söylenebilir. Ama aynı zamanda tek başlarına geliştirilebilecek ve iyileştirilebilecek bir çözümün önünü açabilecek olmalarının yanı sıra, Filistinlileri iki kapalı ve kanlı geçitten, yani İsrail'e karşı içeriden şiddetle mücadele etmek ve dışarıdan şiddetle savaşmaktan kurtaracak tek geçittiler. Son olarak, en kötü siyasi “teslimiyetin” Gazze'nin şu anda karşı karşıya olduğu durumla karşılaştırılamayacak kadar iyi olduğunu eklememize gerek var mı?

Bugün İsrail'e karşı çatışmanın 7 Ekim'de başlamadığını söylemek nasıl doğruysa, siyasi ufkun kapanmasının ve buna eşlik eden kargaşa ve gerilimin, 7 Ekim'e ve ardından İsrail'in çılgın misilleme saldırılarına yol açan olayların çoğunun açıklaması olduğunu söylemek de aynı derecede doğrudur.

Arafat, siyaset yolu üzerindeki engelin Filistinlilerin “bağımsız ulusal kararını” Hafız Esed'in elinden çekip almak olduğunun farkındaydı. Ancak sonuçta kazananlar, siyasetin yolunu tıkayan ve Filistinlilerin bağımsız ulusal kararlarını ellerinden çekip almalarını engelleyenlerden başkası olmadı. Radikal İslamcı güçlerin enerjisi ve taraftarlarının “Filistin'in kurtuluşunun” çok yakında olduğuna inandığı siyasi kültürümüze kök salmış çılgın duygular sayesinde, mesele siyasi çözümünü imkansız hale getirecek şekilde dinileştirildi. Siyaset ise, tanımı itibariyle din ve ibadet sorunlarını çözemez.

Dolayısıyla kavrama gerekliliği, diğer felaket projelerine karşı gereken tedbiri doğuran tek şeydir, ama aynı zamanda etrafımızda dolaşıp zayıf rasyonelliğiyle savaşın acılığını pekiştiren efsanelere karşı bağışıklık ihtiyacımızı da doğurmaktadır.