ABD’nin ve Birleşik Krallık’ın deniz ulaşımını aksatmaları sebebiyle Husilere saldırması, beklenen ve kaçınılmaz bir şeydi. Üstelik bu sadece şimdi değil, Husiler, Sana’nın kontrolünü ele geçirip, diğer Yemenli partiler gibi iktidarın bir ortağı olarak değil de bir milis olarak davranmakta ısrar ettiklerinden beri öngörülüyor.
Bu beklenen ve kaçınılmaz bir durum, çünkü ABD ile Birleşik Krallık ve diğer Avrupa ülkeleri, başından beri Husilerle ve onların Yemen’de yaptıklarıyla yeterince ciddi şekilde ilgilenmediler. Washington ve onun Avrupa başkentlerindeki müttefikleri, ciddiyetle hareket etseydi bu duruma gelmezdik.
Washington ve Avrupalı müttefikleri, Husilere tam bir fırsatçılıkla yaklaşıp, bunu Yemen’in bir iç meselesi olarak gördüler. ABD ile Avrupalı ülkeler, bu konuda Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi bölge ülkelerine dahi kulak asmadı.
Washington ile müttefikleri, insan hakları konusunda sonu gelmeyen yalanlar yaydı ve uluslararası bazı kuruluşlar da bu konuda şaşırtıcı bir yüzeysellik ve basitleştirmeyle bu yalanları destekledi. Böylece Washington’ın ve müttefiklerinin, Biden yönetiminin terör listesinden çıkardığı Husilere karşı mücadele ettiği aşamaya geldik.
Mesele, ABD yönetimiyle sınırlı kalmadı. Amerikan medyası da insan haklarını ileri sürerek başta Suudi Arabistan olmak üzere bölge ülkeleri hakkında yalanlar yaydı. O kadar ki 2018 yılında The Washington Post gazetesinde Muhammed Ali el-Husi’ye ait, “Biz Barış İstiyoruz” başlıklı bir makale yayımlandı.
Tüm bu yaşananlardan sonra bugün Washington ve müttefikleri, uzun süren bir ihmalin ardından tekrar İran’ın Husilere verdiği destekten bahsediyor, Husilere hava saldırıları düzenliyor ve Washington, Husilerin deniz ulaşımına yönelik tehdidi devam ettiği sürece bu saldırıların da devam edeceğini söylüyor.
Bugün bu saldırıların Husilere karşı etkili olup olmadığı önemli değil, zira tartışma konusu bu değil. Önemli olan şu: Bu saldırılar, özellikle pek çok Arap ülkesinin yıkımına sebep olan milislerle mücadelede gösterdikleri tavırla ABD’nin ve Avrupa’nın bölgemize yaklaşımı konusundaki güvenilirliğine bir darbe indirdi.
Bu noktada Washington ve genel olarak Batı için sorulan soru şu: Bölgeyle ilişki, stratejik mi yoksa taktiksel mi?
Çünkü milis tehlikesi, gerçek. Tahran’ın milisleri kullanması da taktik değil, gerçek bir İran stratejisi.
Dolayısıyla ABD’nin ve Avrupalıların milislere ilişkin tutumu da stratejik olmalı ve milisler meselesi, bölgeye karşı bazen azınlık hakları, bazen de İsrail’in Gazze’ye yönelik savaşında kayda değer bir etkisini göremediğimiz insan hakları adına kullanılan bir üstünlük ve şantaj kartı olarak değerlendirilmemeli.
Burada mesele sadece, Yemen’deki çatışmayı sona erdirecek bir barış imzalamaya yaklaştığı düşünülen Husiler değil. Mesele, Irak’tan Lübnan’a, Suriye’den Yemen’e ve dahi Gazze’ye kadar tüm milislerin ya İran’a ait olması ya da Tahran tarafından finanse edilmesidir.
Bugün ABD’ye ve Avrupa’ya duyulan güven sarsıntıda. Washington’a ve Batı’daki müttefiklerine duyulan güvenin nasıl darbe aldığını görmek için bölge medyasında ya da sosyal medyada, elbette Husilere ve benzerlerine bir sempati duyulmaksızın yayınlananlar üzerinde düşünmek yeterli.
Velhasıl Washington’ın ve Avrupa başkentlerindeki müttefiklerinin Husilere yönelik saldırıdan sonra artık tutumlarını açıklaması gerekiyor: Bu saldırı, yeni ve tüm milislere karşı bir stratejik tutum mu yoksa saldırıdan sonrasına dair tam bir tasavvurun olmadığı bir tepkiden mi ibaret?