Mezhepsel çatışmalar konuşulduğunda, birçok insanın hak ile batıl fikrinin temeline odaklandığını görürsünüz, ancak her kesimin kendi argüman yöntemleri vardır ve bunlar sonucun farklı olmasına neden olur. Hak ile batılın meselesi her zaman net değildir, aksine burada, çeşitli bilgi kaynaklarından gelen farklılıklara dayanan ihtilaf esastır.
Öncelikle dikkate alınması gereken bir nokta, konuyla ilgili literatürün üç ana bölüme ayrıldığıdır; akide, fıkıh ve tarih. Bunların her birinin kendine has yolu ve paradigması vardır. Yani, fıkıh ve usul kitaplarındaki bilgi modeli, akide ve tarih kitaplarının temellendiği bilişsel modellerden farklıdır. Dolayısıyla akide, fıkıh ve tarih kaynaklarının bilişsel bağlamı, her birini kendi içinde var olan bir konu haline getirecek şekilde farklılık gösterir. Üç bölüm arasındaki entegrasyon meselesi ise, bu entegrasyona dayalı bir şekilde anlatılarını oluşturan grubun kimliğini oluşturur.
Akide/inanç peygamberler, evliyalar, kutsal metinler ve kutsal mekanlarla ilgili diğer dokunulmaz kabul edilen şeylerin yanı sıra, inanan birinin öz ve güç açısından ilahına karşı tasavvuruna dayanan tamamen entelektüel bir konudur. Bunlar insanın inandığı konulardır ve inanç sistemi içerisinden gelen deliller olmadıkça bunlardan vazgeçemez. Akıl bile inanç çerçevesinin çizdiği çerçeve ile sınırlıdır.
Fıkıh/yasama, inanan kişinin ilahını razı edecek, kendisini kurtuluşa, yani ahiretteki sonsuz hayat saadetine ulaştıracak eylemler olduğuna inanarak gerçekleştirdiği uygulamalar bütünüdür. Yasama konusu, başkalarıyla ilişkilere ilişkin eylemlerin yanı sıra, şekli itibariyle tartışmaya açık olmayan ritüel uygulamalara (namaz, oruç, kurban) dayanan ibadetleri de kapsamaktadır. Yasamaya dayalı bu uygulamalardan bazılarına dini kimliği gösteren uygulama anlamında ‘vazifeler’ adı verilmektedir.
Son olarak, inancın anlatısını ve onun ana figürlerini içeren tarih konusu var. Benimsedikleri anlatıdaki tarihi figürlerin statü sırasına göre mezheplere ayrılan aynı din mensupları arasındaki anlaşmazlık burada yatmaktadır. Bu hem Müslümanlar hem de Hıristiyanlar arasındaki mezhepsel ayrımlarda çok bariz bir şekilde görülmektedir. İki dinin mensupları da iki boyutlu bir tarih anlatısına sahiptir. Bu boyutun birincisi, kabul edilen ve dinin gerekli unsurlarından oluşurken; ikincisi tartışmalı olan ve genellikle din tarihinde bazı figürlerin konumları ve önemleri etrafında oluşan inançlar (birinci bileşen) veya uygulamalar (ikinci bileşen) ile ilgilidir.
Yukarıdaki tartışmada önemli olan, ister tek bir dine isterse farklı dinlere mensup olsun, mezhep mensupları arasındaki çekişmelerden uzaklaşıp günlük yaşamımıza odaklanmaktır. Din, bireyi terbiye eden ve onu erdemli bir insan haline getiren ahlaki bir sistem oluşturmak için var olmuştur. Bireyin dininden olan diğer insanları ilgilendiren şey budur. Ancak kurtuluş ve bireyin ‘hak’ olarak kabul ettiği şeyde sebat etmesi ise ona bırakılmıştır. Sorumlu olan odur ve diğerlerinin bu konuda hiçbir ilgisi yoktur.
İhtilaflar, geçmişte yaşanan olayların anlatısını veren tarihten yola çıktığı sürece, toplum sözleşmesindeki teamülde fiili bir etki yaratmadan tartışılabilecek bir bilgi olarak doğal konumuna yerleştirilmelidir. Buna göre, tarihsel figürlerin yüceltilmesi veya aklanması, bireyin toplum sözleşmesine ve devlet hukukuna bağlılığına dayanması gereken toplumsal kabulün bir koşulu olarak aranmamalıdır. Çözüm, geçmişi temize çıkararak veya sorumluluktan kaçarak ‘yaşamak’ değil, geçmişi aşmaktır.
Sonuç olarak, diğer kültürlere hoşgörülü olmak ve konu kişisel meselelerle ilgili olduğu sürece insanları kendi hallerine bırakmak, halklar arasında değil, bir toplumun üyeleri arasında nefreti körükleyen çatışmalardan beri bir şekilde ılımlılığın özüdür. Kurtuluş kişisel bir meseledir, toplumsal barış ise kamusal alanın işlerini yönetmesi için halk tarafından yetki verilen/hâkim seçilen devlete emanet edilen kamusal bir meseledir.