7 Ekim 2023'te yaşananlar İsrail'i şaşkınlık içinde bıraktı ve İsraillilerin ruhunda, geçmişte kaldığını sandıkları derin varoluşsal korkuları yeniden canlandırdı.
İsrail-Filistin barışı düşüncesi bugünkü kadar gerilemedi ve güvenlik öncelikleri de bugünkü kadar öne çıkmadı. Güvenliği sağlamadan barışa ulaşmanın imkânsız olduğu doğru, fakat Filistin-İsrail çatışması şu iki düşünceyi, barış ve güvenliği karşıtlığın son noktasına itiyor.
Bu durumda İsrail'in Hamas ve Hizbullah'a karşı yürüttüğü savaş bu çelişkinin pratikte vücut bulmuş hali olarak öne çıkıyor. İsrail'in attığı ve kısa, orta vadede güvenliğini güçlendirmek için gerekli gördüğü adımlar, sertliği ve neden olduğu ölüm, yıkım ve yerinden etme nedeniyle, uzun vadede barışın gerekliliklerini ve koşullarını ortadan kaldırmaktan başka bir şey yapmıyor.
Buna karşılık soyut ve gerçekçi anlamıyla, ulusal onur elde etmeye yönelik çılgınca çaba, yalnızca Gazze ya da Güney Lübnan ve Bekaa’da yerinden edilenlerin insanlık onurunu kaybetmeleriyle sonuçlanıyor gibi görünüyor.
7 Ekim saldırıları sadece Filistinliler için adil olanı elde etmeye yönelik bir operasyon değildi. Aksine İsrail kamuoyunda ve siyasi söyleminde Filistinlilere yönelik zulmün ve acımasızlığın iki katına çıkarılması gerektiğine inanan bir bakış açısının güçlenmesine yol açan toplumsal bir çatışma oluşturdu. Saldırı, direniş zihniyetiyle değil, emperyalist bir akılla düzenlendi. Saldırı ile İsrail Devleti yok edilmek istendi ve gördüklerimizle sonuçlandı.
Hamas saldırısının, 1995 yılında İzak Rabin'in aşırılık yanlısı bir Yahudi tarafından öldürülmesinin ardından, İsrail siyasetinde yaşanan ilk radikal dönüşümün ardından ikinci dönüm noktasını yarattığı söylenebilir. Rabin’in öldürülmesi barışa karşı önyargılı ve güvenliğe fazlasıyla odaklanan bir İsrail siyasi liderliği yarattı. Rabin'den sonra gelen Binyamin Netanyahu, Şimon Peres (son yıllarında) ve Ariel Şaron gibi İsrailli liderler, Rabin'in uzlaşı ve bir arada yaşama vizyonundan uzaklaştılar. Tek taraflı icraatlara, yerleşim yerlerinin genişletilmesine ve sertleşmeye öncelik verdiler. Netanyahu, “terörizm” korkusunu ve esasen kendisinin de reddettiği Oslo Anlaşmasını baltalama konusundaki Filistin inadını kullanarak sonucu “sıfır denkleme” indirgedi. Şaron'un, Ayrım Duvarı inşası ve 2005'te Gazze'den tek taraflı çekilmeyi de içeren politikaları, Filistinlilere İsrail askeri kontrolü altında parçalanmış bir toprak bırakarak sorunu çözmek yerine çatışma yönetimi stratejisini öne çıkarması, çözümün düğümlerine bir yenisini ekledi.
Bu dönüşümler, İsrail'in "iki devletli çözüm"ü kronik ve derin bir şekilde reddetmesiyle tetiklendi. Aksa İntifadası, Hamas Hareketinin yükselişi ve bunun sonucunda diğer tarafta İsrail kamuoyunun sertleşmesi, Filistinlilere taviz verilmesine şiddetle karşı çıkan milliyetçi ve dini grupların yükselişi ile daha da yoğunlaştı. Bunun sonucunda Rabin'den sonra gelen liderlik, barış çabalarını sıklıkla İsrail'in güvenliğine ve bölgesel emellerine yönelik bir tehdit olarak gördü, uzlaşma yerine kapsamlı bir güvenlik politikası oluşturdu.
Filistinliler açısından ise, 7 Ekim saldırısı öncesinde, Filistin ulusal projesinde meydana gelen çarpıklıklar, özellikle de Gazze ile Batı Şeria arasındaki ölümcül bölünme, Fetih ve Hamas hareketleri arasındaki karşılıklı tasfiye hazırlıkları, mevcut gidişata neden oldu. Mevcut gidişat da gerçekte devletin kurulması olanaklarını ortadan kaldırdı.
Yaser Arafat'ın barışla ilişkisinin karmaşık ve çelişkilerle dolu olduğunu da itiraf etmeliyiz. Arafat, diplomasi ile pragmatizm arasında ince bir ip üzerinde yürürken, direniş seçeneğini, hatta rakip örgütlerin direnişini bile stratejik bir araç olarak korudu. Çok sayıdaki konuşmaları arasında 1994 yılında Güney Afrika'ya yaptığı ziyarette yaptığı konuşmada, Oslo Anlaşması’nı, Müslümanlarla Kureyş müşrikleri arasında yapılan ve kısa sürede çöken Hudeybiye Barışı’na benzetiyor. Bu yaklaşım, bir yandan pozisyonlarını ve politikalarını meşrulaştırmak için dini mirası kullanan Arafat'ın zihnine bir pencere açarken, diğer yandan Oslo’nun sadece geçici bir düzenleme ve taktiksel bir aşama olduğu izlenimini veriyor. Ebu Ammar'ın Hamas ve İslami Cihat gibi örgütlerin gerçekleştirdiği saldırılara pragmatik yaklaşımı sonucunda siyasi Arafatçılığın korkuları arttı. Zira Arafat saldırıları alenen kınarken, onlarla kararlılıkla mücadele etmekten kaçındı ve İsrail'e karşı bir baskı kartı olarak kullandı. Aynı zamanda bölünmüş Filistin saflarının birliğini korumaya çalıştı. Ardından 2002 yılında Karen-A gemisi hadisesi patlak verdi. İsrail’in Filistin Otoritesi’ne gönderildiği söylenen silahlarla dolu bir gemiyi durdurduğunu duyurması, Arafat’ın olayla doğrudan bir bağlantısı olduğunu reddetmesine rağmen şiddeti tamamen terk etmediği algısını güçlendirdi.
Filistin Otoritesi projesinin başlangıcından itibaren bu ikili strateji, yani şiddete göz yumarken barışı kabul etmek, uluslararası yükümlülükleri üst düzey Filistin milliyetçiliğinin gereklikleriyle uzlaştırmaya yönelik umutsuz girişimleri yansıttı ve sonuç, Filistin liderliğine ve barış sürecinin kendisine olan güvenin azalması oldu.
Tüm bölgenin karşı karşıya olduğu basit ama zor soru şu; bu döngüyü kırmanın bir yolu var mı? İsrail neredeyse tamamen güce ve yayılmacı bir akla dayanmadan güvenlik duygusuna erişebilir mi? Filistinliler direnişe, hafızaya ve barış fikrine kaçamak bir şekilde bağlı kalmaya dayanmadan ulusal onurlarını kazanabilirler mi?