Hazım Sağıye
TT

Silmeye karşı ekran görüntüsü kader savaşlarının sonuncusu olabilir

Facebook uzmanları yeni bir olguyu fark etti; yazarlar, tarihçiler ve eleştirmenler, daha önce Aksa Tufanı’nı, liderlerini, destek savaşı ve liderlerini öven, kesin zafere dair değerlendirmeler sunan paylaşımlarını (postları) sildiler.

Bu, üzücü ve hayal kırıklığına uğratan bir tepki, çünkü seçkinlerimizin bir kısmının modern zamanlarda Arapların yaşadığı en büyük ve en geniş çaplı yenilgiye nasıl tepki verdiğini gösteriyor. Yani yenilgilere böyle, bilgisayardaki silme (delete) tuşu kullanılarak cevap veriliyor.

1905 Rus Devrimi yenilgisinin ülkesinin seçkinlerini nasıl sarstığını ya da Hitler'in yükselişiyle Alman seçkinlerinin çektiği acıları veya Japonya'nın İkinci Dünya Savaşı'ndaki yenilgisinden sonra Japon seçkinlerinin başına gelenleri hatırlayan var mı, bunlar unutulmalı. Bizde delete tuşu bu işi görüyor. Bunun nedeni, söz konusu seçkin kesiminin toplumlarımızın yapılarını, halklarımızın kabiliyet ve eğilimlerini, Batı’yı, Doğu’yu, İsrail'i ve direnişi anlamama eksikliklerini görmezden gelmeyi tercih etmesidir. Bu insanların hep ceplerinde olduğunu sandıkları “tarih çizgisi” ise bilinmez bir yere doğru kaçıp gitti. Bilgisayarın silme tuşu bizi ve kültürümüzü daha büyük ve daha önemli silmelerden muaf tuttuğu için hesap sormama geleneğimizle dayanışma içinde, bu tuşa, seçkinlere bireysel olarak kurtuluş ve itibarı koruma fırsatı sunma görevi düştü. Böylece “büyük tarihçi” büyük, “parlak aydın” parlak kalıyor ve hayat olduğu gibi devam ediyor.

Gerçek şu ki, tarihin dönüm noktaları sıklıkla teknoloji ve makinelerin gelişimi, yaygın fikir ve isteklerin değişmesi, deneyimlerin onları deneyimleyenlere öğrettikleri gibi faktörlerden kaynaklanır. Bu seçkinler içinse bu faktörler yalnızca onların çaresizliğini gösterir. Teknoloji dünyasında ne yenilikler olursa olsun, kanaat ve arzularda önceki aşamalarda hüküm süren veya hüküm sürdüğü söylenen şeylere aykırı ne gelişmeler yaşanırsa yaşansın, aynı zamanda muazzam deneyim birikimine rağmen, savaş ve direniş söz konusu kesimin “kanında” vardır.

Vietnam Savaşı sırasında tekrarlanan “halk makineyi yener” ifadesi her zaman doğru olmayabilir, özellikle de bahsedilen “halklar” sloganın varsaydığı anlamda halk olmadıklarında, yani yüreklerinde birlik ve belli bir düşmana karşı savaşma kararlılığı olmadığında. Üstelik tıpkı milyonlarca insanın yüreğinin savaşta şehitlik için attığı varsayımı gibi, Che Guevara, Sinvar ya da Nasrallah gibi isimlerin gençlerin ilgisini çektiği varsayımı, bu varsayımda bulunanlar için endişe verici bir kusura dönüşmüş durumda.

Ama sıkıntılı ve mutsuz bir zihin ve düşüncenin en kötü ifadesi, deneyimlere karşı olan davranışıdır. Bölgemizde onlarca savaş ve felaketle sonuçlanan direnişler yaşanmış, ancak bunlar bu kavramların yeniden gözden geçirilmesine yol açmamıştır. Bu durum örneğin, 1961'de dağılmaya başlayan “Arap birliği" kavramı için de geçerlidir. Aynı şekilde yaklaşık 33 yıl önce çöken ve onunla birlikte bir düzine ülkenin de çöktüğü Sovyetlerin “sosyalizm" kavramı yahut kıt sonuçları ile “ulusal kurtuluş” kavramı için de bu geçerlidir. Ama en iyi ihtimalle, şu ya da bu ikonik sloganın çöküşü, sanki etkeni olmayan bir eylem ya da etkisi olmayan bir etkiymiş gibi, sadece onun tesadüfen ve zorla dile getirilmesi ile sonuçlandı.

Gerçek şu ki teknolojiden, fikirlerden ve deneyimlerden öğrenmekten kaçınıldığında, bunların gözden geçirilmesi veya üzerine inşa edilebilecek bir temel olması mümkün olmaz. Sıkıntılı düşüncelere, gerçeğe ve olgulara direnen dinamikler egemen olur.

Çünkü birincisi, “engel ve zorlukların” gizemli bir gün gelecek olan vaat edilmiş zaferin önünde durmayacağına dair azami iradeye yönelik bir güven vardır.

İkincisi, kaybedilen davayı şeref, haysiyet ve doğrulukla ilişkilendirme, ondan ve onun iddia edilen zaferinden ümidini kesenleri de ihanetle karışık bir utanç ile bağdaştırma eğilimi vardır.

Üçüncüsü, hafifletme veya inkâr dinamiği işletilir. Tıpkı Muhammed Hasaneyn Heykel'in 1967 yenilgisini bir “gerileme” olarak adlandırması ya da eski Suriye rejiminin kendisini bir “zafer” sayması veya Hizbullah'ın “direnişinin” bir şan ve gurur kaynağı olduğunda ısrar etmesi gibi.

Dördüncüsü, gerçekliğin olguları, yalnızca ebedi kurbanlar olan bizi hedef alan efsanevi nitelikteki bir komploya veya saldırgan eylemlere atfedilir ve “yalnızız” diye bağırırız.

Son olarak, kendilerini “öncü” ve “düşünce, tarih ve doğa” üzerine hükümler verme yetkisine sahip olacak kadar “bilimsel” olarak tanımlayan bir grup Marksist arasında, sorun davalar değil, onları taşıyanlardır; çünkü aynı davaları kendilerinin ifade etmelerine izin verilseydi, yenilgi yaşanmazdı.

Elbette bu dinamiklere göre artık söylediklerinden, yaptıklarından sorumlu tutulacak bir yetkili yoktur. Bilakis bu yetkili, aynı zamanda hem bir komplonun hem de bir saldırganlığın kurbanlarından biri olduğu için bir suçlayıcıya dönüşür.

Başarısızlığın sessizce, gözden geçirilmeden, kabul edilmeden, eleştirilmeden, sorumluluk beyan edilmeden gömüldüğü bu fikir çorbasında, başka adlar ve başlıklar altında felaketlerin tekrarlanmasına kapı açık bırakılmaktadır. Eskiden hata ve dil sürçmelerimizi kitaplar ve gazeteler kaydederken, teknoloji artık silme tuşuna güvenme imkânı sağlıyor ama ne yazık ki bu, sonucu belirsiz bir güven. Çünkü artık silme tuşu sinsi bir düşmanın alıp saklayabileceği ekran görüntüsünün tehdidi altında bulunuyor. Dolayısıyla silme ve ekran görüntüsü arasındaki çatışma, Arap radikal kültürünün “kader savaşları”nda karşı karşıya kaldığı en büyük zorluğa dönüşmüş olabilir.