Nasif Hitti
TT

Ortadoğu'da değişimin üç süreci

Kısaca “Filistin, Suriye ve İran” olarak adlandırılan üç temel değişim süreci, Ortadoğu'daki durumun evrimini ve dolayısıyla gelecekte ortaya çıkacak bölgesel düzenin doğasını temelden şekillendiriyor. Süreçler, içlerinde farklı senaryolar taşıyor ve haklarında karar vermek veya bu süreçlerin her birinde hangi senaryonun yeni gerçeklik haline geleceğini tahmin etmek için henüz çok erken. Bölgenin jeopolitiğinde karşılıklı etkileşim söz konusu olduğundan, bu süreçlerin gelişimleri boyunca çeşitli biçimlerde birbirlerini etkilediklerini ve birbirlerinden etkilendiklerini söylemeye gerek yok. Bu durum Ortadoğu bölgesinin toplumsal uyum, ulus-ötesi ideolojik ve siyasal kimliklerle pekişip güçlenen özgünlüğüyle daha da belirginleşiyor.

Bu değişim süreçlerinden ilki, Gazze'de başlayan ve henüz bitmeyen, ardından Lübnan'a sıçrayan İsrail savaşıdır. Varılan anlaşma, İsrail'in “proaktif savunma” bahanesiyle askeri operasyonlarını sürdürmesini engellemedi. Öte yandan Lübnan makamları, Litani Nehri'nin güneyindeki bölgede tam kontrolü sağlamaya çalışıyor. Bu, devletin savaş ve barış kararlarının tek sahibi, ilgili kurumlar aracılığıyla “silahlı gücün” sadece Lübnan devletinin elinde olmasını amaçlayan kapsamlı bir stratejinin çerçevesinde yer alıyor. Bu bağlamda bir diğer patlayıcı unsur ise Gazze'ye ilişkin müzakere sürecinde hâlâ ateşkes diplomasisi hakimken, İsrail'in Batı Şeria'nın ilhakını tamamlamaya yönelik adımlar politikasını sürdürmesi ve tırmandırmasıdır. Süregelen savaşı, uzun ya da kısa süreli, yakın veya uzak bir gelecekte yeni bir patlama ile bozulacak geçici ateşkeslerle sınırlama ve şiddetini azaltma mantığı içinde mi kalacağız? Önümüzdeki ayın ortasında yapılacak Arap Zirvesi arifesinde, Haziran ayında Suudi Arabistan-Fransa'nın ortak himayesinde New York'ta “İki Devletli Çözüm” başlığıyla düzenlenecek olan uluslararası konferans ile başlatılacak, hiç de kolay olmayacak bir süreçle barışı canlandırmaya hazırlık olarak, bir Arap-uluslararası aktivizmin netleştiğini görecek miyiz? Yoksa aralıklı savaşlara ve geçici ateşkeslere geri mi döneceğiz?

İkinci süreç, konumu itibarıyla özellikle Arap Maşrık (Levant) bölgesinde ve genel olarak Ortadoğu'da bölgesel istikrar üzerinde önemli bir etkiye sahip olan Suriye'nin geleceğiyle bağlantılıdır. Güven verici olan, Suriye tarihinin kritik ve zor bir aşamasında Arap ülkelerinin Suriye'ye sunmuş olduğu yaygın destek ve yardımdır. Ne var ki, şiddeti veya coğrafi yaygınlığı bir yana, kaosa düşmesi, istikrarın yeni temeller üzerinde yeniden inşasını engelleyen veya aksatan çok sayıda çatışma ve anlaşmazlığın yayılması korkusu devam ediyor. Yeni Suriye'nin inşasının olmazsa olmaz koşulu olan istikrar, tüm siyasal ve toplumsal bileşenlerinin yeni sisteme etkin ve verimli katılımına dayanmaktadır. Bu, sadece Suriye için değil, aynı zamanda bölgesel istikrar için de fazlasıyla gereklidir.

Üçüncü süreç ise nükleer meselenin ötesinde, İran'ın bölgesel politikaları ve rollerine ilişkin diğer alanları da kapsayan ABD-İran nükleer müzakerelerinin geleceğiyle ilgilidir. Bu bağlamda birçok soru akla geliyor: İran, Trump'ın çekildiği 2015'teki anlaşmadan daha düşük seviyede uranyum zenginleştirme oranına izin veren bir anlaşmaya razı olur mu? Nükleer kapasitesinden (Libya 2003 modeli) tamamen vazgeçmeye razı olur mu? Yoksa Washington'a, İran'ın “bazı nükleer yeteneklere” sahip olmasına izin vermesi karşılığında, nükleer meselenin ötesine geçerek siyasi, ekonomik ve güvenliği kapsayacak çeşitli garantiler mi verilecek? Yahut müzakerelerde başarısızlık durumunda Washington, böyle bir senaryonun çeşitli sonuçlarıyla birlikte İsrail'e İran'ın nükleer tesislerine saldırması için yeşil ışık mı yakacak? Bütün bunlar, başta da değindiğimiz gibi, değişimin üç süreci içinde gündemde olan sorulardır.

Bu süreçlerin hangi senaryo ile sonuçlanacağı, bölgede gelecekteki gelişmeleri ve ortaya çıkacak bölgesel düzenin niteliğini büyük ölçüde belirleyecektir.