Bugün Lübnan'da en önemli konu: İsrail'in Hizbullah'a karşı yürüttüğü kapsamlı savaşın ne zaman yeniden başlayacağı, niteliği ve kapsamının ne olacağıdır? Bu atmosfer, İsrail’in açıklamaları ve Hizbullah’ın yeniden güç kazandığı, savaşa hazır olduğu yönünde Hizbullah’tan sızdırılan veya yayınlanan açıklamalarla daha da güçleniyor. Öyle ki Hizbullah’a yakın çevreler artık daha önce bilinenlerden tamamen farklı, yeni bir gizli örgütten bahsediyor. Buna ek olarak ve ABD'nin Lübnan konusundaki tutumlarının devamı niteliğinde, ABD'nin Suriye ve Lübnan Özel Temsilcisi Tom Barrack'ın açıklamaları da ateşe körükle gidiyordu. Barrack, Lübnan'ın Hizbullah'ı silahsızlandıramamasının İsrail'i “son derece tehlikeli” sonuçlar doğuracak tek taraflı bir askeri harekâta itebileceği konusunda uyardı.
Yetkililerin farklı tutumlarıyla dile getirdikleri resmi Lübnan yönetiminin tutumu ise onu bambaşka bir dünyada gibi gösteriyor. Lübnan vatandaşları şunu sorguluyor: İsrail’le savaş tehdidi ile ilgili resmi söylem kime yönelik? Washington'a, Tel Aviv'e mi, yoksa Araplara ve İslam dünyasına mı yönelik? Yoksa bu sadece içeriye mi dönük?
Lübnanlı yetkililerin tutumlarını anlamak gerçekten zor; sanki Şarm el-Şeyh zirvesinde, 1 buçuk milyardan fazla Arap ve Müslümanı temsil eden ülkelerin, ABD ve Avrupa ile birlikte, Arap-İsrail askeri çatışmasını sona erdirmeyi ve bölgede Arapları, tüm Arapları ve Müslümanların çoğunu birleştiren kalıcı bir barış sağlamayı amaçlayan bir sürece gösterdikleri eşi benzeri görülmemiş katılımdan habersizler gibi. Bu uzun ve zorlu bir süreç, ancak bölgenin son iki yılda tanık olduğu radikal dönüşümlerin sonucu olarak yeni dönemin başlangıcına işaret ediyor. Görünüşe göre Lübnan yönetimi, komşusunda (Suriye'de) yaşananların anlamını, Hamas'ın Gazze'de silahsızlandırılmasının ve Filistin'deki siyasi rolüne son verilmesinin önemini, keza Hizbullah'ın Lübnan ve Suriye'de birinci ve üçüncü kademe liderlerine yönelik suikastlar ile uğradığı kayıpların, belki de bunun ötesinde, cephaneliğinin ve destekçisi çevrenin harap olmasıyla uğradığı zararın boyutunu henüz kavramamış gibi. Bunların ötesinde yine İran'a yönelik Amerikan-İsrail savaşının, hava sahasının ihlal edilmesinin ve nükleer tesislerine yönelik saldırıların anlamını da kavrayamamış.
Yönetim, aynı hataları tekrarlamakta ısrar ederken, İsrail ile dolaylı müzakerelere sarılıp bu seçeneği niteliksel başarı veya cesur bir adımmış gibi pazarlarken, Lübnanlıları, Arapları ve dünyayı olanları hazmettiğine nasıl ikna edebilir? Daha da kötüsü, Hizbullah sanki savaşı kazanmış ve şartlarını dikte ediyormuş gibi davranıyor. Halbuki Kasım 2024'te imzalanan ateşkes anlaşması İsrail'e Lübnan topraklarını gece gündüz insansız hava araçlarıyla gözetleme hakkı veriyor. Dahası İsrail, dokuz aydan uzun süredir günlük bombardımanlarını ve suikast eylemlerini sürdürürken, Lübnan topraklarını işgal etmeye devam ediyor.
Lübnan hükümeti ne istiyor, daha doğrusu ne bekliyor? Alıcı rolüyle yetinip sorumluluktan kaçmak için dışarıdan bir çözüm gelmesini mi bekliyor? Kim bu dışarısı? Amerikan veya Avrupa müdahalesi ne mümkün ne de muhtemel ve onlardan en fazla alıştığımız girişimlere benzer girişimler beklenebilir. Araplara gelince, Lübnan'dan ve Lübnanlılardan umudu kesmişler ve onları öncelik listelerinden çıkarmışlar. Tek olası dış aktör İsrail olmaya devam ediyor ve İsrail'in savaşı mutlak bir kötülüğü ve Lübnan'ın başına gelebilecek en kötü şeyi temsil ediyor. Zira meseleleri çözmek yerine daha da karmaşık hale getiriyor, güneylileri Litani Nehri'nin kuzeyine ve belki de daha uzak bölgelere göç etmeye zorlamakla tehdit ederek iç güvenliğe, siyasi, ekonomik ve sosyal krizlere ve çatışmalara kapı açıyor.
Büyük olasılıkla yönetim, krizi çözmek yerine yönetmekle yetinerek, statükoyu korumayı tercih ediyor; zira bu ona göre kötünün iyisi. Bu ortamda, yerinde sayma durumu, siyasi olarak körleşmiş bazı kişilerin bölgesel dönüşümler pahasına iç kaygılarla meşgul olmalarına olanak tanıyan bir gerçeklik olarak pekiştiriliyor. Bu iç kaygılar arasında ise genel seçimler, yerel güçlerin mezhepsel, bölgesel ve partizan çizgilerde konumlarını ve popülerliklerini güçlendirme girişimleri yer alıyor.
Şii ikilisi, Emel Hareketi ve Hizbullah, meclisteki ve halk tabanındaki nüfuzunu pekiştirmeye çalışıyor. Hristiyan partiler milletvekillerinin sayısını artırmak ve dini grubun lideri olmak için rekabet ediyorlar. Bazıları da cumhurbaşkanının yetkilerini yeniden güçlendirmek ve önceki başarısız, tehlikeli ve engelleyici deneyimlerin meşum bir tekrarı olan “güçlü cumhurbaşkanı” sloganını yeniden canlandırmakla ilgileniyorlar. Sünnilere gelince, onların durumu ise birinin tarif ettiği gibi: “Liderler bir sokak, sokaklar bir lider arıyor.”
Bu bağlamın dışında, yönetimin yumuşatılmış ifadelerin arkasına saklanmak yerine, Araplarla Müslümanların savaşı bitirmenin gerekliliği konusunda vardıkları mutabakat ile uyumlu, alışılmışın dışında tavırlar benimseme konusundaki isteksizliğini anlamak zor. Yönetim, uzun vadeli değil, İsrail ile çatışmanın sona erdiğini duyuran “kalıcı bir ateşkes" talep etmeli, bu ikisi arasındaki fark temeldir. Böyle bir tavır siyasi olarak başlar ve daha sonra güvenliğe dönüşür.
Bu yönetim içinde böylesine cesur bir duruşun, özellikle Lübnan'a yardım etmeye ve sonrasında da bu desteği artırmaya çalışan Arap ülkeleri başta olmak üzere, Amerikalılar ve Avrupalılar üzerinde yaratabileceği etkinin farkında olan var mı? Buna cesaret edecek ve adım atacak birisi var mı?
Deneyimler, Lübnanlıları hayal kırıklıklarına ve onlarla yaşamaya alıştırmıştır; merhum tarihçi Kemal Salibi'nin kitabının başlığında da belirtildiği gibi: “Çok Konaklı Bir Ev: Algı ve Gerçeklik Arasında Lübnan Oluşumu.”