Memduh Muheyni
Al Arabiyya Genel Yayın Yönetmeni
TT

İnsani ilerleme efsanesi!

Geçen yüzyılın başlarında insanlığın geleceğine dair umutlar yüksekti. Teknik ve bilimsel gelişme, geleceğin resmini parlak ve iyimser hale getirdi. Çatışmaların ve savaşların devri bitti ve dünya, her zamankinden daha fazla birbirine bağlı ve birlik oldu.

ABD Başkanı Lincoln, bunu insan doğasının melek yanı olarak adlandırıyor. Bu melek yanın kişiliğimizin kötü ve karanlık yanına baskın geldiğine inanılıyordu. Gelgelelim bu kutlamalar uzun sürmedi ve dünya, birkaç sene sonra Birinci Dünya Savaşı’na sahne oldu. Yıkıcı bir savaş, 8 milyondan fazla insanın hayatına mal oldu. Daha önce insanlığın başından böyle bir şey geçmemişti.    

Hayaller yıkıldı. Hayallerden geriye kalan da İkinci Dünya Savaşı’yla yıkılıp tamamen tükendi ve enkaz altına gömüldü. Peki tam olarak ne oldu? İnsanlığın ilerlemesine dair söylenenler, bir efsaneden ve hayalperestlerin romantizminden mi ibaretti? Tüm bunların bugünkü dünyamızla ne ilgisi var?

İçinde yaşadığımız gerçekliğin doğasını anlamak ve beklenmedik darbelerden korunmak için bu üç soruyu yanıtlamak önemli.

Tam olarak ne oldu? Dünya ilerliyordu, lakin bu ilerlemeyi ve refahı temin etmek için kendisini koruyacak bir sisteme ihtiyacı vardı. Bu rolü, ticaret hatlarını korumak için deniz yollarının güvenliğini sağlamak isteyen Birleşik Krallık İmparatorluğu üstlenmişti. Bundan sonra ticaret ve para alışverişine alan açan istikrarlı bir liberal sistem oluşmaya başladı. Dünyanın önemli bir bölgesindeki bu güçlü sistemin gölgesinde insanlığın ilerlemesi hızlandı. Ancak sistemin koruyucusu olan Birleşik Krallık zayıflayıp da liderlik için rakip ve hırslı güçler ortaya çıkınca bu sistem, birinci ve ikinci dünya savaşlarının da patlak vermesiyle çöktü.

Dünya, onu megaloman bir liderden, bir terörist gruptan, sapkın bir rejimden veya şovenist milliyetçi akımların yükselişinden koruyacak kudretli bir askerî güç yoksa insanlığın ilerlemesine dair tüm hayalperest ve romantik konuşmaların isabetli olmadığını fark etti.

Yükselen Amerikan gücü bunun ayırdına vardı ve insanlığın ilerlemesinin, yeni yıkıcı savaşların olmadığı bir dünya tasarlamadıkça devam edemeyeceğini anladı. Zira savaş, insanlığın ürettiği her şeyi yıkıyor ve dünyayı bir kargaşa ve çatışma döngüsüne sokuyordu. Nitekim günümüzde olduğu gibi, daha önceki asırlarda da bitmek bilmeyen savaş ve çatışma döngüsü, medeniyetin oluşumunu ve sürekliliğini engellemişti.

Tam olarak bu oldu ve ABD; Almanya ile Japonya’nın yeniden askerî olarak yükselişini engelleyip, onları iki üstün demokratik ve liberal birer sanayi ülkesi olarak uluslararası sisteme dahil etti. Böylece Avrupa kıtasını yeniden kırıp geçirecek savaşların çıkma ihtimalini çok zayıflattı. Öyle ya, demokratik ülkeler arasında savaş çıkma ihtimali çok az olur.

Bu sayede insanın ilerlemesini ve kişiliğinin melek yanının kötü yanına baskın gelmesini sağlayan uzun bir barış ve istikrar dönemi yaşadık. Ama sadece bir süre. Sonra bu sağlam baraj çöktü. Bu, bir günde her şeyin çöktüğü Rusya-Ukrayna savaşında oldu. Her şeyin güvence altında olduğunu ve dünyanın geriye düşmeyeceğini umuyorduk. Lakin Avrupa’nın kalbinde üçüncü bir dünya savaşının provasını gördük. Savaşa etkin katılımın, liberal sisteme inanan Biden’ın tutumunun, Kiev’den vazgeçerek bizi başka bir karanlık ve kaos uçurumuna sürükleyeceği için Trump’ın dönüşünden yana duyulan endişelerin arkasındaki ABD motivasyonunu buradan anlıyoruz.

Bunun dünyanın farklı noktalarında ve bölgemizde tekrarlandığını görebiliriz. Afganistan’daki rejim yıkılıp da Taliban geri dönünce hayat, onlarca yıl geriye gitti ve genç kızlar eğitim ve iş hayatından menedildi. Kadınların eğitim aldığı, büyükelçi ve bakan olduğu son 20 yılda görülen insani ilerleme nereye gitti? Göz açıp kapayıncaya kadar ortadan kayboldu. İnsan doğasına güvenen ve dünyanın garanti altında bir yer olduğunu düşünen Kuveyt’in başına gelen de buydu: Irak’ın işgalinden sonra ülke, bir gün içinde kayıplara karıştı. Kuveyt’in daha önce kaydettiği tüm o ilerleme nereye gitti? Onu himaye eden siyasi sistem çöktükten sonra o da çöktü. Aynı şey, ilerlemişken Hizbullah yüzünden siyasi sistemin çökmesiyle geriye düşen Lübnan’ın başına da geldi.

İnsanın doğasına güvenebilir miyiz? Elbette. Ama onu himaye eden siyasi sistemin önemini kavrayamazsak geri düşecek, tüm kazanımlarını kaybedecek, acımasız yüzünü ve karanlık yanını gösterecek. Kazanımları ve insani gelişimi koruyan ve daha fazla ilerlemeyi teşvik eden, askerî güçle desteklenen güçlü bir siyasi sistemin varlığı, belki de her şeyden önemli. Ancak insanlar doğası gereği, yardım ve sığınma talebiyle başka ülkelerin sınırlarında bekleyince bunu kabul ediyor.