Hüseyin Şubukşi
TT

Filistin ve gözden kaçırılan gerçekler!

İsrail’in Filistinlilere karşı uyguladığı katliam ve soykırım vahşeti ile Filistinlileri tarihî topraklarından çıkarmak için yürütülen sistematik tehcir projesi karşısında dünyanın Filistin meselesinin detaylarına ve tarihine olan ilgisi canlanıyor. Bu ilgiyle, tarihe ışık tutan bir hikâye olarak benimsenmiş bir anlatının kökeni de irdeleniyor. Bu anlatıya göre Filistinliler ‘topraklarını sattı’; İsrail de zayıftı ve tüm Arap ordusuna karşı tek başına savaşıyordu. Yalanı ve aldatmacası zamanla ortaya çıkan başka detaylar da var tabi.

Filistin halkı, kendileri ve toprakları için yapılan planların farkındaydı. Bu yüzden 24 Haziran 1891’de Kudüs ileri gelenleri, İstanbul’daki Sadrazam’a bir telgraf göndererek, Filistin’e gelen Yahudi göçmenlerin sayısının arttığından ve Filistin’deki toprakların mülkiyetini son derece ilginç mali kolaylıklarla gizemli ve şüpheli bir şekilde hızla ele geçirdiklerinden şikâyet ettiler. Filistin’in demografik yapısını tehdit eden bu Yahudi göçlerine ve toprak mülkiyetlerine bir son verilmesini talep ediyorlardı. O dönemde Kudüs, idari olarak doğrudan Sadrazam’a bağlıydı. Ama Sadrazam ve Osmanlı Sultanı Abdülhamid, başka bir meseleyle ilgilendikleri için erken uyarılara kulak asmadılar; böylece göçler artarak devam etti ve Filistin’deki Siyonist mülkleri genişledi.

İleri gelenler, Sadrazam’ın temsil ettiği devlete seslenirken, halk da haykırışlarını basında duyurdu. Kahire’de çıkarılan ve Filistinlilerin hazırladığı aylık Ebu’l-Hevl dergisinin sayfaları, çoğunlukla valilerin keyfi tutumlarından ve bu valilerin Siyonist göçlerini ve göçmenlerin ev ve arazi sahibi olmalarını kolaylaştırmak için aldıkları rüşvetlerden şikâyetçi oldukları mektuplara ayrılmıştı. 1898 yılındaki Siyonist Kongresi’nin haberini yapan Emin Arslan ile Emir Şekib Arslan gibi önde gelen yazarlar da Kudüs’e Yahudi göçlerinin artması meselesini ele aldılar.

Yahudi yazarlara göre ise bu göçler, Osmanlı yönetiminin bir lütfuydu. Zira Avrupa ülkeleri Yahudilere zulmedip onları kovarken, Yahudilere kapılarını açan ve onlara fırsat sunan Osmanlıların ne kadar hoşgörülü olduklarını gösteriyordu. Ama Yahudi göçmenler de ekonomik faaliyetleriyle Devlet-i Aliyye’nin ekonomisi için bir katma değer ve refah kaynağı sayılırdı.

1914 ve 1945 yıllarındaki dünya savaşlarında galip gelen Batı, “topraksız bir halk için halksız bir toprak” şeklindeki bozguncu önermeye dayanarak sahibi olmadığı şeyi, yani Filistin’i, hak etmeyenlere, yani Siyonist harekete verdi. Sonra da sessiz kaldı ve İsrail’in, Birleşmiş Milletler’in (BM) tüm kararlarını reddedip uygulamama konusundaki ısrarına göz yumdu. İki devletli çözüme giden her sürecin başarısız kılınmasında da onun yanında durdu. İsrail, ne kadar katliam ve tehcir yaparsa yapsın artık kimse bu ülkelerden dürüst bir tavır beklemiyor. Maskeleri düştü bir kere. Oğlunun bir olayda öldürülmesinden sonra duyguları körelmiş efendisinin ardında yürüyen bir koro gibi, büyük bir destekle saldırganın arkasında duruyorlar. İnsani kayıplar artık umurlarında değil. İnsanların acılarına daha duyarlı olacakları yerde, cinayeti desteklemeye devam ediyorlar.

Bu noktada İsrail’in Filistin’de estirdiği terörün tarihine bakmak lazım. 9 Nisan 1948’deki Deyr Yasin katliamında 360’tan fazla Filistinli hayatını kaybetti. 17 Eylül 1948’de de aşırı Siyonist gruplar, Kont Folke Bernadotte’ye suikast düzenledi. BM’nin ilk uluslararası arabulucusu olan Bernadotte, Filistinlilerin kayıtsız şartsız bir şekilde geri dönüş hakkını savunuyor ve Filistinlilere tüm mal varlıklarının geri verilmesini, Kudüs’ün tamamıyla Arap kontrolünde kalmasını, Yahudi göçüne bir son verilmesini ve Necef Çölü’nün Arap sınırlarına katılmasını öneriyordu. Menahem Begin başkanlığındaki ‘Irgun’ ile İzak Şamir başkanlığındaki ‘Stern’ örgütlerinin bir toplantısında, daha sonra her ikisi de başbakan olan bu iki isim, Kont’a suikast düzenlenmesi konusunda fikir birliğine vardı ve verilen talimat, Kudüs şehrinde yerine getirildi.

İsrail’in genel olarak tüm dünyada, özel olarak da Batı’da pazarladığı tarih anlatısı, bu topraklarda yaşanan tarihî gerçekler üzerinde köklü bir oynamaya dayanıyordu. İsrail, Batı’nın Holokost ve sonrasında Yahudilerin başına gelenlerden ötürü duyduğu suçluluk duygusunu istismar etti. Aynı şekilde Evanjelik Hıristiyanlığın, Siyonizm düşüncesini ve Filistin’de Yahudiler için ulusal vatan fikrini benimsemesinden de faydalandı.

Ancak Batı bugün kendisine satılan şeyin İsrail’in uydurduğu bir hikâye olduğunun farkına varıyor. Sahtekârlık ifşa oldu. Bu, özellikle Batı’da dünya kamuoyunun Filistin meselesi konusunda yeniden şekillenmesi için önemli bir başlangıç.

Tarihi, muzafferler yazar. Filistin ve Filistin topraklarında bir İsrail devleti kurulması meselesinin kayda geçirilmesinde usta yalancılar ve çeteler katkı sahibi oldu. Belki de bu yaşananlar, uzun zamandır beklenen adil bir düzeltmedir.