Yüzyılı aşkın bir süre önce zorlu bir erken doğumla dünyaya gelen Büyük Lübnan, 1943 formülüyle tamamlandı. Bu formül, onun bu ana kadar doğal olan ve olmayan büyümesini gözetti. Lübnan meselesinin sorumluluğunu üstlenenler, yani Lübnan siyasi tabakası yaşlandı, ama bu formül eskimedi.
Lehinde ve aleyhinde olan her şeyle birlikte Lübnan formülü, buranın nihai vatanları olduğuna ikna olmuş Lübnanlı grupların büyük vatanlarına dahil olmaları için güvenli bir formüldü, öyle olmaya da devam ediyor. Bkerke’nin efendisi, bu grupları geniş bir coğrafyada kapladıkları alana göre değil, çeşitliliklerine dayalı olarak bir arada yaşamaya ikna etmeyi başardı. Bu başarı, onun yakın çevresinden izole edilmiş ya da doğal derinliğinden uzak Küçük Lübnan’ın patriği olmayı reddetmesiyle kaydedildi. 1920 sınırları da Küçük Lübnan’ı farklı kılan, ama büyük çevresinden ayırmayan bir coğrafyaydı.
1919 yılında Patrik Hoayek’in reddettiği Küçük Lübnan, bir asrı aşkın bir süreden sonra şimdi, ayrılığın ve kışkırtıcı federalizmin kendilerinin hususiyetlerini koruduğunu düşünen bazıları tarafından özlemle anılıyor. Bu yaşlı çocuk, kendilerini daima bölgesel, ulusal ve sol birleşme özlemi ve her iki yönüyle siyasal İslam projeleri saranlardan da geçmişte çok çekti, bugün halen çekiyor. Lübnan’ın küçük olmasını isteyenlerin ya da onu beklentilerinden küçük görenlerin hepsi, sağın ve solun en uzak noktalarına gittiler ve sonra kendilerini farklı kılan şeyin bir üstünlük olduğuna daha da ikna olmuş bir halde geri döndüler.
Bir ilham anında Biladü’ş-Şam’ın (Suriye’yi, Filistin’i, Lübnan’ı ve Ürdün’ü içine alan tarihî coğrafyanın) mercii Seyyid Muhsin el-Emin, Büyük Lübnan’ın özelliğinin iki dağın (Cebel-i Lübnan ve Cebel-i Âmil) buluşması olduğunu fark etti. Onun mezhebinin seçkinleri de bu buluşmada, kendilerini Emevi, Abbasi, Memlük ve Osmanlı sultanları eliyle yaşanan tarihî karanlıktan sonra adalete kavuşturacak tarihî bir fırsat gördüler. Söz konusu dört saltanat döneminde bu dağın Şiileri, iktidarın veya devletin dışındalardı ve o alana girmeleri yasaktı. Ta ki 1920 yılında bu mezhebe, resmî olarak devlet işlerine katılma ve yönetimi tecrübe etme izni verildi. Mezhep büyüdükçe rolü de genişledi ve gücü haddi aştı. Bu mezhepten önce bu ülkeyi yönetenlerin de gücü haddi aşmış, ancak bu ülkeyi şekillendiren formülü kontrolleri altına alamamışlardı.
1948 yılından önce Cebel-i Âmil’in köyleri ve şehirleri, Büyük Lübnan’ın şehirleri ile tarihî Filistin şehirleri arasında bir bağlantı halkası ve bir ticaret durağıydı. Ancak İbrani varlığı ortaya çıktığından beri bu şehirler, sınır köylerine dönüştü. Bunun üzerine Sayda’dan Bint Cubeyl’e kadar olan bölgedeki yolcu ve tüccar hanları kapatılınca buraların halkı yüzlerini başkent Beyrut’a döndü ve Filistin Nekbesi, ulusal bütünleşme yönündeki kararları için daha büyük bir motivasyon teşkil etti. İsrail’in ilk saldırıları ve katliamları da Güney Lübnan halkını ülkelerinin sınır muhafızları rolüne bürünmeye sevk etti. Ancak sınır hattı, zincirdeki diğer ülkeler arasında sadece Lübnan’ın silahlı mücadelenin hareket noktası olarak seçilmesinden ve böylece güneyin çatışmalara, işgallere, can ve mal kayıplarına maruz kalmasından sonra açık bir çatışma hattına dönüştü.
Dolayısıyla Büyük Lübnan coğrafyasında Şii toplumun konumu ve rolü belirleyicidir. Sınırdaki konumları da Şiileri önemli oyuncular haline getirdi. Aidiyetlerini doğrulamak için bazıları tarafından kan testi yapılmasına ihtiyaçları yok. Nitekim Lübnan kavramını sözle ve fiille zihinlerine kazıyan onlar.
Bu yüzden iki noktayı hatırlatmak gerek: İlki, 1977 yılında Şii İslam Yüksek Konseyi tarafından ilan edilen, ‘77 Şii Formülü’ olarak nitelenen ve ‘Lübnan, tüm evlatlarının nihai vatanıdır’ başlığını taşıyan Ulusal Mutabakat Belgesi’dir. İkincisi ise 1983 yılında Aramoun İslam Zirvesi (Sünniler, Şiiler ve Dürziler) tarafından ilan edilen ve Lübnan’ın Arap kimliğine ve mensubiyetine sahip tüm halkları için nihai vatan olduğunu belirten İslami Değişmezler Belgesi’dir. Ulusal Mutabakat Belgesi metninde ifade edilen formül, tam olarak Taif Anlaşması’dır. Taif Anlaşması, boyutlar ve sayılardan bağımsız olarak Lübnanlı grupların elde edebileceği en iyi şeydi, halen de öyle.
Formül, Lübnanlı grupların ilişkilerinde bir denge unsuru ve bu varlığın birliği için bir teminat oldu ve olmaya da devam ediyor. Bu varlığın parçalanması, çoğalması ya da bir tarafın diğer tarafa baskın gelmesi karşısında duran bu formüldür. Lafı hiç dolandırmadan söyleyelim: Bazılarının bu formülü kontrol etmeye ya da onu tekeline almaya çalıştığı pek çok tecrübe yaşadık. Aşırı güç, bu odakları baskın gelme konusunda tahrik etti, ama sonra Lübnan’da baskın gelmenin imkânsız olduğunu fark ettiler. Umulur ki sağduyu, fazlalıkları taşan bazılarına seleflerinin tecrübelerinden ders almayı ve bu formülün büyük veya küçük projelerden ya da eksenlerden daha güçlü olduğunun erkenden farkına varmayı öğretir. Böylece kendilerinden öncekilerin düştükleri yanlışlara düşmekten uzak durur ve kaslarını değil, akıllarını kullanırlar. Bağımsızlıktan 17 Ekim ayaklanmasına ve sonra söz konusu formüle ve Taif Anlaşması’na kadarki duraklar, Şii toplumun kendi halkları ve vatanlarıyla bütünleşmeleri ve imamları Şeyh Şemseddin’in de tavsiye ettiği üzere kendilerini herhangi bir üstünlük iddiası ve özel projeler üzerinden öne çıkarmamaları gerektiğini teyit ediyor.
Kısacası biz, iki yönetici arasındaki bir çıkar pazarlığına değil, tüm Lübnanlılar arasındaki tarihî bir anlaşmaya mahkûmuz.