Birkaç gün sonra yeni Hicri yıla (1446) gireceğiz. Elbette dünyanın beş kıtasındaki kütüphaneler, dünyanın farklı dillerinde, emin ve ümmî Peygamberin, resul ve nebilerin sonuncusunun, elçilik görevinden başlayıp vefatına kadar olan hayatını ve bu süre içinde cereyan eden büyük olayları anlatan pek çok ciltle dolu. İslam’a davetin başlangıcının 10’uncu yılında Mekke’den Medine’ye gerçekleşen hicret olayı da bu büyük olaylardan biri. Muhammedi mesajın ilk tebliğ edildiği Mekke'den, Peygamberlerinin rehberliği ve gözetimi altında Müslümanların ilk devletlerinin temellerini attıkları başlangıç yeri olan Medine'ye hicretin açıkça gösterdiği dersler, bu tarihsel dönemin boyutlarını araştırmak ve anlamakla ilgilenen araştırmacıların ve akademisyenlerin her zaman çalışma konusu olmuştur ve büyük olasılıkla da öyle kalacaktır. Çünkü önce İslam toplumunda, sonra da dünyada pek çok önemli olayın başlangıcını, gidişatını ve sonucunu değiştiren köklü ve etkili bir katkıda bulunmuştur.
Peygamberlerin ve nebilerin hicretinin, diğer insanların hicretleriyle aynı olmadığı biliniyor ve bu konu tartışmasız. Çünkü onlar kararlarını alırken ilahi rehberliğin onlara emrettiği kararları alırlar. Bununla birlikte, peygamberlerin kavimlerine örnek olmak üzere gönderildikleri göz önüne alındığında, peygamberlerin eylemlerini bir ölçü görme ve hayatlarının özel meselelerinde bile onların davranışlarını örnek alma gayreti tavsiye edilen, hatta teşvik edilen bir durumdur. Hal böyleyken şu soru sorulabilir; bir ferdin veya bir grup insanın, atalarının ve babalarının anavatanı ve istirahat yeri olan asıl vatanlarından dünyanın doğu veya batısındaki başka bir ülkeye hicret yani göç etme kararı, kendi gerçekliklerinin dayattığı, daha doğrusu buna mecbur bıraktığı bir amaca ulaşmak için bir araç olarak mı ele alınmalı? Yoksa mecbur kalma esası bir yana kendisi başlı başına bir amaç mıdır? Cevabın içeriği büyük olasılıkla duruma bağlı olacaktır, çünkü ferdi durumlar ile toplumların durumları arasındaki farklılıklar herkes için aşikardır.
Ferdi düzeyde, çoğu zaman bir erkek veya kız öğrenci eğitim almak için memleketinden uzaklara seyahat eder ve eğitiminin tüm aşamalarını tamamladıktan sonra her biri, yurtdışında akademik gelişim ve bir aile kurarak istikrara kavuşma fırsatlarının anavatanda var olmayan biçimde var olduklarını keşfeder. Bu da yeni vatanda kalma tercihinin ağır basması ile sonuçlanır ama bununla birlikte asıl vatana aidiyeti canlı tutmak için aileyle iletişimi sürekli sürdürmeye gayret edilir. Bunlar oldu ve olmaya da devam ediyor ve göç aracının ana ülkeye birçok yönden fayda sağlayan bir amaç haline gelmesinde yanlış bir şey yok.
Bu göç meselesinin üzücü bir yanı da var ve bu yanı, Binyamin Netanyahu'nun devam eden savaşının vahşetinin ülkelerini terk edip göç etmeye zorladığı Gazze Şeridi'nin bazı sakinleri tarafından dillendiriliyor. Ama Gazze halkı bir örnek ve bunda tek başına değil. Gazzeliler arasında savaş bittikten sonra bile artık Gazze Şeridi'ne dönmeye razı olmayanların olduğu söyleniyor. Böyle bir tutum makul müdür? Kesinlikle hayır. Ancak öne sürülen gerekçe, Gazze'nin kaderinin birkaç yıllık bir sakin dönem yaşamak ve ardından tekrar yerle bir edilmek olduğunu iddia ediyor. Bunlara göre tekrar kara, hava ve denizden üzerine ne zaman bombaların yağacağı bilinmeyen bir yere dönmenin ne faydası var? Acaba herhangi birinizin buna ikna edici bir cevabı var mı?