Bilhassa New York ve Şarm el-Şeyh konferansları, BM Güvenlik Konseyi'nin Başkan Donald Trump'ın barış planını onaylaması ve Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman'ın Washington ziyareti sonrasında, Binyamin Netanyahu'nun Gazze, Lübnan, Suriye ve Batı Şeria'daki tutumları ve hükümetinin uygulamaları şunu gösteriyor: İsrail, Washington'un bölge için şekillendirmeye çalıştığı eşi benzeri görülmemiş siyasi sürece katılan bir taraf gibi hareket etmiyor. Amerikan yönetimi yeni bir müzakere yolu oluşturmaya çalışırken, Tel Aviv bu yolun dışında hareket ediyor ve plan kapsamlı bir siyasi çözüme giriş noktası değil, güvenlik yönetimi için bir çerçeveymiş gibi davranıyor.
Gazze'de Netanyahu'nun Amerikan planına verdiği destek, uzun vadeli bir çözüme bağlılıktan ziyade, İsrail'in önceliklerine hizmet eden geçiş düzenlemelerini kabul ettiği anlamına geliyor. Netanyahu, temel ilkelerine sıkı sıkı tutunuyor: Filistin devleti yok, bağımsız egemenlik yok, Gazze’de Filistin Otoritesi'nin bir rolü yok, İsrail ise güvenliğini tehdit ettiğini düşündüğü her an askeri operasyon başlatma hakkını elinde tutuyor. Deklare edilen ateşkese rağmen İsrail, askeri kapasitenin yeniden inşasını engellemek için Gazze Şeridi içinde saldırılar düzenlemeye devam etti ve bu da planı, düzenli bir siyasi geçişten ziyade kırılgan bir ateşkesi yönetmeye benzetti. Bu, Netanyahu'nun aslında ikinci aşamayı, yani Hamas'ın tamamen dağıtılmasını değil, hareketi tamamen ortadan kaldırmadan İsrail güvenliğini tehdit edemeyecek bir seviyeye kadar zayıflatmayı hedeflediğini gösteriyor. Zira Hamas’ın varlığı, Netanyahu'ya 7 Ekim 2023 öncesi politikalarına geri dönmesi ve işleri kontrol altında tutmaya devam etmesi için bir bahane sağlayacak.
Lübnan'da, Gazze ile birçok benzerlik açıkça görülüyor; hem Hamas hem de Hizbullah aynı yaklaşımı benimsiyor, o da silahını elinde tutmak ve siyasi nüfuzunu korumak için gücünü pekiştirmek. Ancak Lübnan sahnesi, devletin silahın geleceği ve ulusal karar alma süreçlerindeki rolü konusundaki tereddütleriyle öne çıkıyor. Bu tereddüt, İsrail'in giderek sertleşen tutumu şeklinde yansıma buldu. Güney Lübnan, Bekaa Vadisi ve Beyrut'un güney banliyösüne yönelik saldırılar ile kendisini gösterdi. Tel Aviv, ateşkesin herhangi bir şekilde ihlal edilmesi durumunda güç kullanılacağını vurguluyor. Washington, güvenli sınırlar çizmek ve bir iç siyasi süreç başlatmak için çalışırken, İsrail Lübnan arenasını Amerikan çabalarından ayrı, uzlaşı yerine güçle yönetilen bir cephe olarak görüyor. İsrail, Hizbullah'ı tamamen çökertme niyetini beyan etmesine rağmen, Hizbullah’ın güneyden tamamen uzak kalması konusunda daha katı, bunun ötesindeki rolü konusunda ise daha muğlak kalıyor. Bu durum, silahın ulusal düzeyde ele alınmasını talep eden Amerikan tutumuyla açıkça çelişiyor.
Suriye'de ise yeni hükümete yönelik belirsiz tutum göz önüne alındığında, bu ayrışma daha da belirginleşiyor. Washington, Esed rejiminin devrilmesinden sonra gelen geçiş dönemini sağlamlaştırmaya ve yeni Şam'ı istikrarlı bölgesel düzenlemelere bağlamaya çalışırken, İsrail, kara harekâtları, Güney Suriye, Golan Tepeleri ve Şam'ın dış kesimlerinde yoğun saldırılar düzenleyerek, mezhep çatışmalarını körükleyerek “önce güvenlik” yaklaşımını sürdürüyor ve güvenliğini siyasi bir sürece bağlamaya yanaşmıyor. Siyasi sınırlar yerine güvenlik sınırlarına, uzlaşılar yerine güçle kontrole ve kendisine kısıtlamalar getirebilecek veya angajman kurallarını yeniden çizebilecek her türlü Amerikan düzenlemesini engellemeye dayalı bir gerçeklik oluşturdu.
Bu üç arenadaki bu davranışlar net bir izlenim yaratıyor: İsrail, Trump planını bir barış süreci olarak değil, çevresindeki güvenlik ortamını yeniden şekillendirme fırsatı olarak görüyor. Burada ve orada çatışmaları sona erdiren ancak Filistinliler için siyasi bir ufuk sunmayan, Lübnan ve Suriye'deki egemenlik meselelerini ele almayan ve gelecekte siyasi ve ekonomik olarak bölgeye katılımının temelini atmayan sıfır maliyetli bir barış istiyor. Böylece, Washington'un güvenlik çıkarlarının ötesine uzanan bir çözüm peşinde olduğu her an, barış sürecinde bir ortaktan “koşullu yararlanıcı”ya, hatta “potansiyel bir bozguncuya” dönüşüyor.
Trump planı temel bir ikilemle karşı karşıya: BM planının Gazze'deki başarısı yalnızca Hamas'ın silahsızlandırılmasına ve geçiş döneminin yönetilmesine değil, aynı zamanda kartları yeniden dağıtabilecek İsrail'in davranışlarının dizginlenmesine de bağlı. Savaş sonrası dönem, "ne savaş ne barış” modeline daha yakın görünüyor; sınırlı saldırılara karşı kırılgan bir ateşkes ve gerçek bir siyasi geçişi yönetmek yerine yangın söndürmeyle meşgul bir uluslararası güç. Lübnan'da, İsrail'in bölgesel denklemdeki rolü tanımlanmadan uzun vadeli bir sınır anlaşması mümkün değil. Suriye'de ise, İsrail'in Suriye'den talepleri “önleyici saldırılarla güvenlik” yaklaşımıyla sınırlı kaldığı sürece, ABD’nin herhangi bir yeniden inşa çabası kırılganlığını koruyacaktır.
Netanyahu muhtemelen ikili bir oyun oynamaya devam edecek. Buna göre Washington'un diplomatik süreci kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde yönetmesine izin verirken, İsrail sınır çevresini kontrol etmek için güç kullanma politikasını sürdürecek ki bu da ilk süreci baltalayan bir politika. Orta vadede Trump yönetimi, güvenliği net bir Filistin-bölgesel siyasi sürece bağlaması için İsrail'e gerçek bir baskı uygulamakla, Netanyahu'nun barışı “siyasi ufukları olmayan uzun vadeli bir güvenlik düzenlemesi” olarak yorumlamasını kabul etmek arasında seçim yapmak zorunda kalacak. İlk seçenek, ABD'nin bölgedeki rolünü yeniden tanımlarken, ikincisi kalıcı bir barış yaratmak yerine, sürekli bir krizi yönetmeye devam etmesine neden olacak.
Soru artık “Trump’ın planı uygulanacak mı” değil, aksine şudur: İsrail, oyunun kurallarını değiştiren bir barış sürecinin parçası olmak istiyor mu, yoksa sürecin içinde olmaktansa dışında kalmayı mı tercih ediyor? Bölgenin geleceğini yalnızca bu sorunun cevabı belirleyecek.