Doğusu ve batısı ile Arap dünyası, bugün olduğu gibi mezhepçilik olgusunun bu kadar ön planda olduğu bir döneme tanıklık etmedi. Etnik ve mezhepsel azınlıkların 4 asırdan fazla bir süre boyunca baskıya maruz kaldığı Osmanlı döneminde bile böyle bir şeye şahit olunmadı. Osmanlı döneminde azınlıkların bazıları zulme maruz kaldıkları gerekçesiyle İngiliz, Fransız ve diğer Batılı sömürgeci devletleri büyük bir memnuniyetle “kurtarıcılar” olarak karşılamış ve selamlamışlardı. Müslüman ve Müslüman olmayan herkesin eşit olması gerektiği bir ülkede, çoğunluğu oluşturan diğer vatandaşlar ile aynı muameleyi görmedikleri bu dönemden sonra memnuniyetle Batılı sömürge devletlerinin yönetimini tercih etmişlerdi.
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasının ardından Dürziler, İsmaililer, Aleviler, Çeçenler, Çerkesler ve Ermeniler gibi her millet ve inançtan azınlıklar kendi devletlerini kurmaya çalıştılar. Bu, sınırlı bir süreliğine de olsa Suriye ve Lübnan’da da ortaya çıktı ve görüldü. Bunun görüldüğü ülkelerden biri de Irak’tı. Ancak bu nokta da Kürtlerin, Irak’ta her zaman kurmak istedikleri ulusal devletlerinin bu Arap ülkesi ile sınırlı olmadığını da belirtelim. Sayılarının 30 milyona ulaştığı söylenen Türkiye ile bazı tahminlere göre 10 milyon bazılarına göre ise daha fazla olan İran’ı da kapsıyordu.
Nitekim dış güçler ve özellikle de İngiltere ve Fransa, gerek doğusunda gerek batısında Arap bölgesinin her yerinde etnik, dini ve mezhepsel azınlıkların “ayrılıkçı” eğilimlerini körüklemeyi sürdürdü.
20. yüzyılın başından birinci çeyreğin sonuna kadar durum bu şekildeydi. Nitekim Suriye’de Aleviler, Fransızların teşviki ile Lazkiye, Tartus, Banyas ve birkaç şehri daha içine alan bağımsız devletlerini kurmaya çalıştılar. Ancak büyük Arap milliyetçisi Salih el-Ali liderliğinde bu kıymetli dini grubun vatansever ve milliyetçi evlatları, bu eğilimi boşa çıkardılar ve bu girişimi engellediler. Dolayısıyla Hafız Esed rejimine karşı olanlar onu ve onun gibi Alevileri -Suriye rejiminin cezaevlerinde yatan birçok Alevi de dâhil- karalamaya çalışsalar da bu gerçeği unutmamalıyız.
Bilindiği gibi 20. yüzyıl –özellikle de otuzlu yıllardan itibaren- milliyetçilik olgusu ve 1947 yılında kurulan Baas Partisi gibi ana milliyetçi partilerin yüzyılıdır. Baas Partisi; Şam’da kurulmuş, daha sonra Irak’ın yanısıra Biladü'ş Şam bölgesinin tamamını kapsamıştı. Bilhassa Suriye ve Irak’ta iktidara ulaşmasının ardından Yemen, Sudan, Mısır, bazı Körfez ülkeleri, Fas, Cezayir, Tunus ve Moritanya gibi Arap-Afrika ülkelerine kadar uzanmıştı. Aynı şey –daha sınırlı da olsa- Corc Habaş liderliğindeki Arap Milliyetçileri Hareketi için de geçerlidir. Fakat bu hareket sadece Güney Yemen’de iktidara gelebilmişti. Daha sonra bu hareket, Salim Rubai Ali, Ali Nasır Muhammed, Ali Salim el-Beidh ve “Siyasi Ofis” katliamı adı verilen olayda tasfiye edilen diğer isimlerin döneminde Sovyetler Birliği’ne bağlı komünist, Marksist-Leninist bir harekete dönüştü.
Bu bağlamda Antun Sadi’nin 1932 yılında kurduğu Suriye Sosyal Milliyetçi Partisi’ni de unutmamak gerekir. Bugün neredeyse sadece Suriye ve Lübnan ile sınırlı hale gelen parti, “Suriye Milleti” adını verdiği ve Bereketli Hilal, Kuveyt, Kıbrıs, Sina Yarımadası ve aynı zamanda Türkiye’nin güneydoğusunu kapsayan bir devlet kurma çağrısında bulunmuştu. Ancak parti bu ülkelerden hiçbirinde başarılı olamadı. Antun Sadi’nin ardından en önemli liderleri Abdullah Saade ve İnam Raad’ın da ölmesi ile 1982 yılından itibaren Suriye rejimine bağlı bir hale geldi.
Bu tarihi bilgileri; 20. yüzyılın genel olarak “milliyetçi” bir yüzyıl olduğunu ve bu yüzyılın başlarında kurulan Arap ülkelerinin büyük bir çoğunluğunun milliyetçi eğilimli ülkeler olduklarını belirtmek için sunduk. Suudi Arabistan, Ürdün Haşimi Krallığı, Kral Faysal yönetiminde Irak Krallığı, İdris es-Senusi liderliğinde Libya Krallığı hep milliyetçi eğilimli ülkelerdi. Buna dayanarak geçen yüzyıl boyunca tam anlamıyla ortada mezhepçilik olgusu denen bir şey olmadığını söyleyebiliriz. Şii, İsmaili, Dürzi ve Hristiyan kardeşlerimiz bütün oluşumları ile Arap kurtuluş hareketinin bir parçası ve Arap milliyetçiliği çağrısının en coşkulu destekçisiydiler.
Bu vesile ile Baas Partisi’nin kurucusu olan Mişel Eflak’ın, Suriye Sosyal Milliyetçi Partisi’nin kurucusu Antun Sadi’nin, Arap Milliyetçileri Hareketi ile Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin kurucusu Dr.Corc Habaş ve Nayif Havatme’nin Ortodoks-Hristiyanlardan olduklarına da vurgu yapalım. Bu da genel olarak 20. Yüzyılın, Arap milliyetçiliği yüzyılı olduğu ve mezhepçilik salgınının ancak 1979 yılında İran’da İslam Devrimi’nin zaferinin ardından ortaya çıktığı anlamına geliyor. Aynı şekilde bu olgunun; 8 yıl süren İran-Irak savaşının ardından Tahran’ın stratejisini değiştirmesi ve Irak, Suriye, Lübnan, Yemen ve bazı Körfez ülkelerinde bir uzantısı haline gelen mezhepçi odaklar tesis etmeye başlaması ile bugünkü tehlikeli boyuta ulaştığı anlamına geliyor.
İran bu savaştan sonra Irak veya uzak yakın herhangi bir Arap ülkesi ile girişeceği doğrudan bir askeri çatışmayı kaybedeceğini anladı. Bu yüzden Şiileri –hepsi olmasa da çoğunu- bugün Lübnan, Suriye, Irak ve Yemen’de olduğu gibi Tahran’daki dini lidere ve Devrim Muhafızları’na bağlı silahlı odaklara dönüştürmeye başladı. Bunun sonucunda bu Arap ülkelerinden her birinde özgün bir yapıya sahip paralel silahlı devletler ortaya çıktı. Nitekim Irak’ta birçok şehir ve bölgeyi kontrol eden Haşdi Şabi, Kasım Süleymani komutası altında adeta bir İran ordusudur.
Bilindiği gibi İran, Yemen’deki Babu'l Mendeb Boğazı’ndan başlayıp Akdeniz’in kuzeydoğu kıyılarında bulunan Suriye’nin Lazkiye şehrinde sona eren Şii Hilali’ni tesis edeceğini deklare etmişti. Doğrusu Suudi Arabistan, BAE’nin de siyasi ve askeri olarak içinde yer aldığı “Arap Koalisyonu” aracılığıyla İran’ın yolunu kesmeseydi Velayet-i Fakih devleti kesinlikle bu hedefini gerçekleştirirdi. Dolayısıyla bütün bu anlattıklarımızdan yola çıkarak sorunun, Velayet-i Fakih devletinin birçok Arap ülkesinde gerçekleştirdiği bu mezhepsel atılımlardan sonra şimdi de bölgeyi kirli mezhepsel bir savaşa sürüklemeye çalışması olduğunu söyleyebiliriz.
Başta Hamaney olmak üzere üst düzey İranlı liderler, geçmişte birçok kez olduğu gibi halen 4 Arap başkentini kontrol ettiklerini yineliyorlar. Bu başkentler: Şam, Sana, Beyrut ve Bağdat’tır. Bu da işlerin bugün izlediği yolu izlemeye devam etmesi ve Katar gibi bazı Arap ülkelerinin İran’a güvenmeyi sürdürmesi durumunda, bölgenin yıkıcı bir çatışmanın eşiğinde olduğu anlamına geliyor. Katar, bu askeri ve siyasi denklemin önemli bir parçası sayılıyor. Müslüman Kardeşler ve elbette onunla birlikte Hamas Hareketi ise Araplara düşmanlıkta çok fazla ileri giden bu ittifakın “ideolojik” araçları olarak görülüyorlar.
TT
Arap milliyetçiliği yüzyılından sonra mezhep savaşları yüzyılı
Daha fazla makale YAZARLAR
لم تشترك بعد
انشئ حساباً خاصاً بك لتحصل على أخبار مخصصة لك ولتتمتع بخاصية حفظ المقالات وتتلقى نشراتنا البريدية المتنوعة