Prof. Dr. Ahmet Abay
Akademisyen
TT

Kalplerin yumuşama zamanı gelmedi mi?

Son zamanlarda yaşanan bazı hadiseler ve bunlara karşı takınılan bazı tavırlar, uzun zamandır yazmayı planladığım bu yazıyı şu an yazmama vesile oldu.
Allah Teâlâ; “Sizin ilâhınız ancak bir tek İlâh’tır!”[1] Ümmetten bahsederken de; “İşte bu sizin ümmetiniz bir tek ümmet, rabbiniz de bir benim onun için hep bana kulluk edin”[2]  buyurmaktadır. Bu ve benzeri ayetlere dikkatle bakıldığında rahatlıkla görülecektir ki, “Allah’ın tek ilah oluşu” ile “ümmettin tek ümmet” oluşu aynı form ve ton ile kullanılmıştır. Yani Allah’ı bir ve tek ilah olarak kabul etmek ne kadar önemli ise ümmeti bir ve tek kılmak o kadar önemlidir. Zira “ümmet”, bütün Müslümanlara analık yapacak yegâne kavramdır.
Ümmet kavramı, ana anlamıma gelen “ümm” kelimesinden türemiştir. Bu kelimenin kök anlamında “bir şeye öncülük etmek” ve “analık etmek” manası vardır. Yani bütün bunlardan anlaşılıyor ki ortak (ana/ümm) bir çıkış noktası bulmadan ümmet olunamayacaktır. Bu çıkış noktası yukarıda verdiğimiz ayette de işaret edildiği üzere; “Allah’ın rububiyetini kabul edip bu doğrultuda hareket etmektir.”
Ümmeti oluşturan bireyler arasında görüş farklılıkları, fikri ayrılıklar hatta kavgalar ve savaşlar olabilir. Bunların çözümü için Allah’ın rehberliğine başvurmak durumundayız. İlahi rehberlik bu konuda bize şöyle yol gösterir:
“Eğer müminlerin içinden iki grup birbiriyle savaşırsa, derhal müdâhale edip aralarını bulun. Buna rağmen, onlardan biri ötekine haksız olarak saldırırsa, o saldırganlarla, Allah’ın hükmünü kabul edinceye kadar savaşın! Eğer zulümden vazgeçip Allah’ın hükmüne dönerlerse, aralarında âdil bir barış sağlayın ve her konuda hak ve adâleti gözetin! Hiç kuşkusuz Allah, âdil davrananları sever.”[3]
Müslümanlar birbirleri arasındaki anlaşmazlıklarda böyle davranmak zorundadırlar. Bu bir tercih meselesi değildir. Zira mü’minlerin –erkeği, kadını, ferdi, toplumu ve devleti de dahil- Allah ve Resulünün açıklamada bulunduğu ve hüküm koyduğu konularda seçim hakları yoktur. Bu uyarıları dikkate almayıp kendi hevalarına göre onlara karşı gelenler açık bir şekilde dalalete düşer.[4]
Müslümanların aralarındaki fikir ve görüş ayrılıkları kendi aralarında mezhepleşmelerine ve fırkalaşmalarına neden olabilir, olmuştur da. Bu durumun geçekleşmiş olması bile ümmetin parçalanmasına ve birbirlerini öldürmesine gerekçe olamaz. Farklı mezhepten olması –itikadi olsa bile- birinin tekfir edilmesine ve öldürülmesine gerekçe olamaz. Zira insaf ve selim akıl sahibi bütün âlimler “ehli kıblenin” tekfir edilemeyeceğini ifade eder.
Bize ne oldu da rahatlıkla birbirimizi “tekfir eder” hale geldik. Daha vahimi bizim gibi düşünmeyen “ümmetin bireylerinin ölmesine veya öldürülmesine sevinir hale geldik.”  Hâlbuki bu dinin öncüsü, örneği ve rol modeli Hz. Peygamber bizi şöyle tanımlıyordu:
“Mü’minler, birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerine şefkât hususunda âdeta tek bir beden gibidirler. Ondan bir uzuv şikayet ederse uykusuzluk ve ateşle vücudun diğer uzuvları da ona iştirak ederler.' (Buhari).
“Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Ona zulmetmez. Onu düşman eline vermez. Her kim Müslüman kardeşinin bir ihtiyacını giderirse Allah da onun bir ihtiyacını giderir. Her kim de bir Müslüman"ın bir sıkıntısını giderirse Allah da onun sayesinde kıyamet sıkıntılarından bir sıkıntısını giderir. Her kim dünyada, bir Müslüman"ın (ayıbını) örterse Allah da kıyamet günü onun (ayıbını) örter.” (Müslim)
Ayetlerde ve hadislerde böyle dendiği halde, bize ne oluyor da birbirine kaşrı şefkatli ve merhametli olması gereken ümmetin bireylerinin kalpleri birbirine karşı bu derece katılaştı hatta taşlaştı. Şairin dillendirdiği hale geldi:
“Taş taş değil bağrındır taş senin/Nereni nasıl yaksın söyle bu ateş senin”[5]
Bu taşlaşmayı gidermenin ve daha önemlisi kökünü kazımanın tek yolu kanaatimce şu ilahi çağrıya icabet etmektir:
“Allah’ın uyarısı ve  yücelerden  indirdiği hakikat  karşısında Müminlerin kalplerinin yumuşayıp saygıyla ürpereceği vakit hâlâ gelmedi mi? Evet, artık müminler, paslanan gönüllerini silkeleyip Kur’an’la yeniden hayat bulsunlar da böylece, daha önce kendilerine kitap verilen ve vahiyle tanışmalarının üzerinden uzun bir süre geçtiği için imanla tanışma heyecanını yitiren, kalpleri gaflet perdesiyle kapanıp katılaşan ve birçokları yoldan çıkmış olanların durumuna düşmesinler!”[6]
Bu ilahi emir bizlere “hak” karşısında boyun eğip teslimiyet göstermeyi emrediyor. Sahip olduğumuz maddi ve askeri güç ve imkanlara dayanarak böbürlenip kibirlenmeyi değil. Bölgemizde ya da dünyada liderliğe oynamaya değil hakka teslim olmaya çağırıyor.
Türkiye, İran, Suudi Arabistan, Mısır, Pakistan, Malezya, Endonezya ve diğer Müslüman ülkeler, birbirleriyle didişmeyi, kavga etmeyi bırakmalı ve bütün farklılık ve ayrılıklara rağmen birlikte hareket etmenin bir zorunluluk olduğunu idrak etmelidirler. Ve bilmelidirler ki Amerika, Rusya, İngiltere, Fransa, Almanya ve Çin ile yapılan ittifak ve anlaşmalar onların sorunlarını çözmeyecektir.  
Tek çözüm Müslümanların bütün farklılıklara rağmen birlikte hareket etmesidir. Zira sürüden ayrılanı kurt, kapmakla kalmıyor, ona nasıl kan emileceğini öğretip onu da sürüye saldırtıyor. Dağılma ve parçalanmanın kaçınılmaz bir sonucu olarak şu ilahi uyarı gerçekleşmiş bulunuyor:
“Allah’a ve Elçisine gönülden boyun eğerek itaat edin ve sakın birbirinizle çekişmeyin; aksi hâlde korkuya kapılırsınız da, bütün heybet ve kuvvetiniz kaybolup gider…” 
El-hak bugün Müslümanların düşmana korku salacak ne heybetleri ne de kuvvetleri kaldı. Oluşturmaya çalışanlara da neler yapıldığını hep birlikte izliyoruz.
O halde kendimize gelip firkat sebebiyle üzerimize kabus gibi çöken gafleti atmanın, silkinmenin ve birbirlerine karşı taşlaşan yüreklere,
“Bir bir yürürlükten kaldırılıp çürümüş devrimleri
En gürbüz bir devrimi dikmek yerine taş senin”
demenin zamanı gelmedi mi?
[1] Saffat 37:4
[2] Enbiya 21:92
[3] Hucurat 49:9
[4] Ahzab 33:36
[5] Osman Sarı, Taş Gazeli.
[6] Hadid 57:16