Vahdettin İnce
Yazar
TT

Çok acıklı bir sürgün hikayesi

Medeniyetler yükselişleri ve çöküşleri itibariyle denizlere benzerler. Bazen deniz kabarır doğal yatağının dışına taşar. Sonra çekilir. Bu esnada geride birbirleriyle bağlantıları olmayan su öbekleri, birikintileri bırakır. O birikintiler de ana kaynakla bağlantıları kalmadığı için ya zaman içinde kururlar ya da biraz büyükçe olanları bir göl olarak varlıklarını sürdürürler. Yükselirken de deniz çekilirken de çevrede kalıcı hasarlar bırakır, medeniyetler de öyle.
Birinci dünya savaşı sona yaklaşıyordu. Koskoca Osmanlı İmparatorluğu tarih sahnesinden çekilmeye hazırlanıyordu. Altı yüz sene yükselen bir deniz artık geride küçük su birikintileri bırakarak Anadolu’ya çekiliyordu. Özellikle Balkanlardaki çekilme dramatikti. Yükseliş dönemlerinden itibaren devlet ve bürokrasi ağırlığını oralara vermesine rağmen varlığını kalıcı kılacak keyfiyet ve kemiyette bir sosyoloji oluşturulmamıştı. Bu yüzden tutunamadı Osmanlı. Balkanlar bırakılıyordu. Orada kalan Müslümanlar çekilen Osmanlı denizinden geriye kalan küçük su birikintileriydi artık. Ana kaynakla bağları kesilmişti. Ya kuruyup gideceklerdi ya da Anadolu’ya sığınacaklardı. Çoğu açısından öyle oldu. Anadolu’ya göç başladı. Arnavut, Boşnak, Makedon, Selanikli, Giritli… Müslümanlar yüz yıllardır yaşadıkları toprakları bırakarak bir tür sürgüne yelken açıyorlardı.
Yetmiş yaşlarındaki Selanikli Tahir Efendi ve eşi Sabahat alabildikleri eşyaları ile birlikte yanlarına küçük oğullarını da alarak gelip Denizli bölgesine yerleştiler. Hükümet onlara tersine bir göçle Yunanistan’a giden Rum bir aileden kalan hatırı sayılır bir arazi ve çiftlik tahsis etti. Tahir Efendi bir süre sonra vefat etti. Geniş araziler ve çiftlik Sabahat’a ve oğluna kaldı.
***
Aynı dönemlerde Anadolu’nun doğusunda Kürtlerin coğrafyasında (Osmanlıdaki ismiyle Kürdistan’da) da çetin bir savaş vardı. O bölge de tıpkı balkanlar gibi ana gövdeden kopuk zamanla kurumaya terk edilecek bir su birikintisi haline getirilmek isteniyordu. Devlet mekanizması zayıflamıştı. Bu bölgeleri askeri bakımdan savunacak mecali yoktu. Ama ta ilk Arap fetihlerinden itibaren kökleşmiş sağlam bir kültür, sarsılmaz bir dini hayat ve bu hayatı besleyen geleneksel kurumlar mevcuttu. Askeri zafiyetin yerini dolduracak güçlü bir sosyoloji vardı. Ermeni tarihçi Xaçatûr Abovyan’ın deyimiyle (Rohat Alakom’dan alıntı) “doğunun şövalyeleri Kürtler” yaşıyordu orada. Savaşın öncesinde Sultan Hamid Kürt aşiret reislerini Yıldız sarayında toplamış ve muhtemel gelişmeleri onlara ayrıntılı olarak anlatmış ve topraklarını kendilerinin savunmak zorunda kalabileceklerini söylemişti. Düveli muazzama üstümüze gelecek, biz onlarla meşgul iken size ancak silah ve eğitim desteği verebiliriz demişti. Van gölünün İran sınırından başlayarak Malazgirt ovasının sınırlarına kadarki kuzeyinde meskun Haydaran aşiretinin reisi Kör Hüseyin Paşa da o toplantıdaydı. Böylece Milan, Reşwan gibi irili ufaklı aşiretlerde olduğu gibi Haydaran aşiretinden yedi Hamidiye alayı oluşturuldu. Rus işgali başladığında aşiret bir karar aldı. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar yeterli sayıdaki aşiret savaşçılarının eşliğinde işgalden uzak Konya ovasına gönderildi. Geride kalan savaşçılar da Ruslara ve Taşnak ve Hınçak örgütlerine karşı direnişe geçtiler. Haydaran aşiretinden Kasım da savaşçılar arasındaydı. Van’dan Kars’a, Batum’a kadar Ruslara karşı vur kaç taktiğiyle müthiş bir savaş veriliyordu diğer aşiret kuvvetleriyle birlikte. Kasım Kars’ta Ruslara esir düştü. Uzun süre Tiflis’te esir kampında kaldı. Ekim devrimi ile birlikte Ruslar savaştan ve bölgeden çekilince Kasım da serbest bırakıldı. Zahmetli bir yolculuktan sonra köyüne ulaştı. Bir savaş kahramanıydı.
Ama Kasım esaretten döndüğünde giderken bıraktığından tamamen farklı bir manzara ile karşılaştığını anlamakta gecikmedi. Osmanlı devleti tasfiye edilmiş, yerine Cumhuriyet kurulmuştu. Uğruna savaştığı değerlere sistematik bir savaş başlatan bir sistem hakim olmuştu ve bunun öncülüğünü de zamanın tek parti yönetimi yapıyordu.
Tek parti yönetimi büyük oranda balkanlardan gelenlerden oluşuyordu. Anadolu’nun köylülerine, Kürtlere göre daha eğitimliydiler ve elbette ta Osmanlıdan kalma bir teamül olarak bürokraside etkindiler. Ülkenin yönetiminde etkin olmaları zor olmadı dolayısıyla. Aslında Osmanlı balkanlardan çekilirken balkan yaşam tarzını Anadolu’ya da taşımış oldu böylece. Balkanlardan gelenlerin tümü medeniyet değerlerimize yabancı veya karşı değildi elbette. Bir çok ciddi tarihçinin de vurguladığı gibi mekânsal yakınlıktan dolayı batılı değerlerle daha erken tanışmış ve onları zaman içinde içselleştirmiş bir zümre zamanın imkanlarını iyi değerlendirme becerileri sayesinde ülke yönetiminde etkin olmuşlardı.
Yukarıdan dayatılan değişim baş döndürücüydü. Bin yılları bulan geleneksel kurumları ve bu kurumların can verdiği hayat tarzıyla bölge insanının itiraz etmesi ve tabi başkaldırması kaçınılmazdı. 1930 yılında Ağrı’da Haydaran aşiretinin merkezinde yer aldığı bir ayaklanma oldu. Özellikle Zîlan vadisinde gerçekleşen kanlı bastırma sürecinden sonra aşiret adeta dağıtıldı. İstiklal mahkemesi kuruldu, katliamdan geriye kalan yüzlerce kişinin idamına ya da sürgününe karar verildi. Sürgüne gönderilenler arasında Kasım da vardı. Ellerini kelepçeleyip iki jandarmanın arasında Denizli’ye gönderildi.
Denizli’de yaşlı bir kadının çiftliğinde karın tokluğu karşılığında bir köle gibi çalışacağı sürgün günleri başlamıştı. Kadın Türkçe bilmeyen bu gariban sürgünü ahırda yatırıyordu. Çoğu zaman köpeklerin yediği kaplarda yemek yemeye zorluyordu. Yemediği ve İtiraz ettiği için de kadın onu jandarmaya şikayet ediyor ve saatlerce dövülmesine sebep oluyordu. Oğlu anasına göre daha insaflıydı. Anne, bunlar Kürt ve Şafii, köpek sevmezler. Başka bir kapta yemek ver, dediyse de dinletemedi. Seksenine merdiven dayamış kadının adı Sabahat idi.
***
Kasım haftada bir gün merkez karakoluna gidip ispati vücut etmek zorundaydı. Bu amaçla çarşıya geldiği bir gün kulağına bir ses çalındı. İrkildi, vücudunu bir titreme aldı. Uzun zamandır hasret kaldığı bir sesti bu. İki kişi aralarında Kürtçe konuşuyorlardı. Kasım gördüklerine inanamıyordu. Denizli’de o tarihlerde bir mucizeydi bu. Adamlara sarılıp öpüyordu. Onlar da şaşırmışlardı. Diyarbekirliydiler. Bir iş için gelmişlerdi ve o akşam döneceklerdi. Kasım durumunu onlara anlattı. Acıdılar. Beraberlerinde Diyarbekir’e götürdüler. Kaçmıştı resmen. Diyarbekir’den Siirt’e, oradan Tatvan’a geçti. Oradan da Erciş’e evinin bulunduğu köye gitti. Uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra doğrudan evinin kapısına yöneldi. Kapıyı çaldı. Ses yoktu. Komşusunun kapısını çaldı. Karısının küçük kızıyla kış günü Patnos’a gitmek üzere yola çıktığını ve kar fırtınasında çocuğuyla birlikte boğulduğunu, oğullarının ise bu olaydan sonra başka bir köye taşındıklarını öğrendi. Sabah olur olmaz oğullarının bulunduğu köye doğru yola çıktı. Oğulları ve akrabaları etrafını sardılar. Oturup ağlaştılar. Başından geçenleri, yaşadıklarını anlattı. Bir mübadil kadının kendisine köpek muamelesi yapması en çok ağırıma gidiyor diyordu. Ertesi gün sabah erkenden jandarmalar köyü basıp Kasım’ı alıp götürdüler. Ondan sonra bir daha kimse ondan herhangi bir haber almadı.
Kasım annemin dedesiydi.
***
2019 yılında ailemizin soy kütüğüne baktığımda ölüm tarihinin 1948 olduğunu öğrendim. 1948 yılının bir gününde sürgün bir mübadilin çiftliğinde köpek muamelesi görmekten dolayı duyduğu acıların sona ermiş olduğunu öğrenmiş olmaktan dolayı sevinmiştim ben.