Abdulmunim Said
Kahire’de Mısır Gazeteciler İdaresi Meclisi Başkanı ve Kahire Bölgesel Strateji Çalışma Merkezi Yönetim Müdürü
TT

Uçurumun kenarında!

Ortadoğu’nun sanki var olan krizlerine eklenecek ek krizlere yahut eski ve mevcut savaşlarına eklenecek yeni savaşlara ihtiyacı varmış gibi suikast ile bir kez daha savaşın eşiğine kadar geldi. Söz konusu suikastle, ABD’nin İran Devrimi’nin Dini Lideri’ne yakın, Arap bölgesinde İran’a tabi grupların askeri, istihbari ve siyasi operasyonlarının denetleyicisi, İran Devrim Muhafızları’na bağlı Kudüs Gücü Komutanı Kasım Süleymani’ye düzenlediği suikasti kastediyoruz.
Irak Hizbullah Tugayları Komutanı ve Iraklı Şii Haşdi Şabi Başkan Yardımcısı Ebu Mehdi el-Muhendis de Süleymani ile birlikte olduğu için bu suikast sırasında hayatını kaybetmişti.
Bu suikastin öncesinde, ABD ile 1979’daki İran Devrimi’nden bu yana İran arasında benzer birçok olay yaşandı. Hatta Başkan Donald Trump’ın ABD’nin İran ile imzalanan nükleer anlaşmadan çekileceğini duyurması, İran’a ekonomik baskı yapmak için sert yaptırımları uygulamaya koyması , İran’ın üçüncü taraflar aracılığıyla bu yaptırımları delmekte başarısız olması gibi çok daha fazlası var.
Geri çekilme ve suikast arasında ABD ve İran, bir çatışma ve baskı, askeri güç ve ekonomik kapasitenin kullanılması, bolca tehdit ve gözdağı arenasında karşı karşıya geldiler. Suikast hadisesi, Süleymani için İran’da yüz binlerce kişinin katıldığı bir cenaze töreni düzenlenmesinden sonra iki taraf arasındaki kriz zirve noktasına ulaştı.
Bu tören sırasında şahit olunan muazzam baskı, İran rejimini bölgede çalışan ABD vatandaşları ve askerlerinin yanısıra ABD’nin bölgesel müttefiklerini kapsayan geniş çaplı misillemelere itecekmiş gibi göründü. ABD’nin içinde bile terör eylemlerinin yaşanabileceği tahminlerinde bulunuldu.
Başkan Donald Trump’ın İran’ın ABD’lilere zarar verecek bir karşılık vermesi durumunda 52 İranlı hedefin vurulacağı açıklamalarından, ABD’nin İran’ın misillemelerine nasıl bir tepki vereceği biliniyordu.
Bu tehdidin inandırıcı olması için de bir B-52 bombardıman uçağı filosu, Arizona eyaletindeki Barksdale askeri üssünden İran’a yakın Hint Okyanusu’ndaki Diego Garcia üssüne nakledildi. Aynı zamanda, Washington bölgeye 5000 ABD askeri daha gönderme niyetinde olduğunu açıkladı. Nitekim, gerçekten de bölgeye 3000 asker ile özel kuvvetlerden 200 asker sevkedildi. Böylece Ortadoğu’da bulunan ABD askerlerinin toplam sayısı 80 bine ulaştı.
Arap dünyasının doğusunda durum, bu şekilde uçurumun kenarına yaklaşmışken Türkiye, batısındaki bir başka krizin kaynağı oldu. Bu krizin nedeni, Ankara’nın Libya’nın batısını kontrol eden es-Serrac hükümetiyle imzaladığı deniz ve güvenlik anlaşmalarıydı.
Bu anlaşmalar, Libya Ulusal Ordusu kuvvetlerini durdurmaya yardımcı olacak operasyonel yeteneklere sahip askeri güçlerin Libya’da konuşlandırılması maddesini de içeriyordu.
Bu da, Mısır’ı Libya Ulusal Ordusu’na doğrudan yardım etmek zorunda bırakarak veya Türk güçleri ya da çeşitli terör örgütleri aracılığıyla Mısır sınırlarını tehdit ederek, Mısır’a yönelik doğrudan bir tehdidin varlığına kapı araladı. TBMM’nin Trablus ile imzalanan anlaşmayı onaylaması ve Türkiye Cumhurbaşkanlığı’nın Libya’ya Türk askeri gönderme niyetinde olduğunu deklare etmesiyle, kriz zirveye ulaştı. Böylelikle, kendisini katlayan ve büyüten etkilerle iki kriz de savaşın eşiğine ulaşılmış oldu.
Bu iki krizin doğrudan taraflarının, mümkün olduğunca güçlerini ve kaynaklarını seferber etmesi, gözlemci ve analistlerin savaşın çıkma ihtimalinin büyük olduğu sonucuna varmalarına neden oldu. Zira, ABD ve İran ya da Türkiye ile Libya’daki savaşın iki tarafı veya bütün bunlara komşu taraflar açısından kriz artık ciddi bir boyuta ulaşmış bulunuyordu.
Gerek Körfez’de Arap ülkelerine yönelik İran-Husi saldırılarının neden olduğu son yaralarla birlikte Körfez’deki birinci kriz, gerekse Türk askeri gücünün Mısır sınırları ve Doğu Akdeniz’de Mısır çıkarlarına yaklaşması potansiyelinin artması ile Mısır’da yaşanan ikinci kriz nedeniyle bölgenin geneline bir endişe ve kaygı hakim olmuştu .
Bu seferberlik ve hareketlere ek olarak sosyal medya ağları da savaşın çıkacağına dair paylaşımları yaymaktan geri durmuyor, üçüncü dünya savaşı yaşanacağına dair tahminlerde bulunuyordu.
Ancak, Arap Baharı adı verilen olayların neden olduğu kaos ve dengesizliğin ateşiyle dağlanan bölgede neyse ki yeterince soğukkanlı ve sağduyulu, kendi haline bırakılsa felaket sonuçlara yol açabilecek tutumlarla başa çıkma konusunda deneyimli taraflar da vardı. Suudi Arabistan, Mısır ve BAE her zaman olduğu gibi büyük bir dayanışma örneği gösterdi. Nükleer anlaşmaya katılan devletlerin (Çin, Rusya, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya) oluşturduğu gerilimi tırmandırma dalgasına direnen diplomatik ve siyasi bir blok oluşturmak için çaba gösteren bir stratejik düşünce benimsedi. Ayrıca gerilimi tırmandırmaktan vazgeçme ve savaştan kaçınma düşüncesinin yayılmasına teşvik etti.
Öte yandan, krizlerin doğrudan tarafları, felaketle doğrudan yüzleştiklerinde savaşın bedelinin oldukça büyük ve dayanılmaz olduğunu gördüler. İran, uzun zamandır ekonomik yaptırımların altında  ve yakın bir zamanda Dini Lider’in otoritesi ile İran halkını karşı karşıya getiren bir tür siyasi “halk hareketi” ile karşı karşıya kaldı.
Gerçeği reddediyormuş gibi görünmesine rağmen İran, Lübnan ve Irak halk hareketlerinin her iki ülkede kendisinin ve vekillerinin varlığına karşı olduğunu biliyor.
ABD ise bu yıl başkanlık seçimleri var. Trump’ın tehditlerinin amacı da her zaman bir savaş çıkarmak değil "anlaşma"ya ulaşmak olmuştur. Nitekim Trump’ın kendisi ABD’nin sonu gelmeyen savaşlarının en büyük karşıtıyken bundan başka bir sonuç çıkarmak mümkün değildir.
Sonuç olarak, her iki tarafta bu tür bir savaşı başlatmamayı düşünüyor gibi görünüyor.
Türkiye’nin anahtarı ise, İran ile de bir rol oynamasına yetecek kadar iyi ilişkileri olan Rusya’nın elindeydi. Bunun nedeni ilk olarak; Moskova’nın Suriye’deki güvenli bölgede Türkiye, Suriye krizinin çözümüne ilişkin Astana sürecinde de İran ile oldukça iç içe geçmiş bulunuyor olmasıdır. Ayrıca kendisi Türkiye için ABD’ye rakip olabilecek bir silah kaynağıdır.
İkincisi; Kaddafi döneminde Rusya’nın Libya ile büyük çıkarları vardı. Şu anda Hafter ve Libya Ulusal Ordusu ile de güçlü ilişkileri bulunuyor.
Dolayısıyla, Rusya Libya’da kurulacak yeni rejim ile ilişkilerde de aynı güçlü pozisyona sahip olmak istiyor. Üçüncüsü; Rusya Astana sürecinde ya da Suriye’de olsun İran ile güçlü ilişkilere sahiptir. Son olarak Çin ve İran ile Umman Denizi’nde ortak tatbikat yaptı. Dördüncüsü; Rusya, Putin ile Erdoğan arasında 8 Ocak’ta gerçekleşen görüşme aracılığıyla hem Türkiye krizinde, hem de ABD’nin davranışlarını kınayıp gerilimi tırmandırmayı durdurma çağrısında bulunarak İran krizinde diplomatik bir rol oynadı.
Genel olarak, uluslararası krizler bilindik bir yol izlerler.
İlk olarak karşılıklı ilişkilerde “olağan” seviye çizgisi aşılır. Sonrasında silahlı güç kullanma olasılığı artar. Söz düelloları başlar. Silahlı güçler hazır duruma geçirilir. İç kamuoyu seferber edilmeye çalışılır. Uluslararası toplumdan destek istenir.
Daha sonra, ya müzakare ve uzlaşıya hazırlık olarak kadameli bir şekilde geri adımlar atıp ateşkese yönelir ya da olduğu gibi yani gerilimli olmayı sürdürür. Hatta taraflar savaşa da yönelebilir.
Ortadoğu bütün bu aşamalardan geçti ve uçurumun kenarına kadar gelip dayandı. Ancak, Süleymani suikastine karşılık İran, can kayıplarına neden olmadan ABD askeri üslerine füzelerle saldırılar düzenlediğinde geri adımlar atılmaya başlandı. Aynı şekilde, Türkiye Libya’daki askeri varlığını askeri danışmanlar ve eğitmenlerle sınırlamaya karar verip, Rusya ile ateşkes ve ilgili Libyalı taraflar arasında müzakere çağrısında bulunduğunda Libya krizinde de geriye doğru bir adım atılmış oldu.