Rıdvan Seyyid
Lübnanlı akademisyen, siyasetçi- yazar Lübnan Üniversitesi'nde İslami ilimler profersörü
TT

ABD-İsrail anlaşması ve barış meselesi

ABD Başkanı Trump'ın konuşmasından birkaç dakika öncesine kadar, tabiri caizse şekilsel bir hususa odaklanmıştım.
İsrail Başbakanı Netanyahu’nun Başkanın konuşmasını dinlemeye geleceğini biliyordum ancak acaba kürsüye geçip gerçek bir ortak gibi birlikte mi açıklama yapacaktılar? Yoksa salonda dinleyip daha sonra kürsüye çıkarak övgü içeren bir söylev mi icra edecekti?
Netanyahu Trump’a konuşmasının başından sonuna kadar eşlik etti. Öyleyse bir ‘anlaşma’ vardı aralarında, zira ticari terimde ‘anlaşmalar’ taraflar arasında olur.
Bu durumda taraflar ABD ile İsrail oluyor.
Ama anlaşmayı uygulaması beklenen Filistin tarafı ise ortalıkta yok!
Dakik olmak gerekirse Filistin tarafı tamamıyla yok sayılmış değil, çünkü sonuçta ABD-İsrail tarafı Filistinlilere ‘reddedilemez bir teklifte’ bulunuyorlar.
O kadar kışkırtıcı bir teklif ki, Trump bunu ‘son şans’ olarak tanımlıyor. 
Şekilsel meseleleri bir süreliğine geçelim. Başkan Trump, İsrail'in en az 1967'den beri üzerinde çalıştığı mevcut statükonun yani emri vakinin tanınmasını teklif ediyor.
Bu statükoyu ilk defa bir ABD yönetimi remi olarak kabullenmiş oluyor.
İki hususa aykırı olarak mevcut duruma meşruiyet atfetmeye çalışıyorlar.
Birincisi; ilgili uluslararası yasalar gereği, çatışan taraflar arasındaki arabulucu olma rolü, (özellikle kuvvetler arasında güç dengesi yokluğunda) tarafsız olmayı gerektirir.
Bu durumda aracı olan ya da hakem olan ülke bu dengesizliği gidermek adına bir tarafın lehine olacak şekilde ağırlığını koyar. Nitekim ABD’nin nüfuzu ve etkisi bu şekilde bir denge oluşmasını mümkün kılabilirdi.

ABD yönetiminin resmi olarak kabul ettiği emri vaki nedir? Birlikte hatırlayalım; Filistin davası kendi içinde birçok meseleyi barındırmaktaydı. Dolayısıyla başlangıçta müzakere konuları, İsrail’in 1967'de işgal ettiği toprakları terk etmesi, Başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir Filistin devletinin kurulması, İsrail’in iç güvenliğine destek sağlanması, sınırlar meselesi ve mülteci sorunu üzerineydi.
Yasa dışı yerleşimlerin artması üzerine, bu husus da müzakere konularından biri olarak gündeme geldi. 1993’teki Oslo Anlaşması uyarınca ilk bent kısmen uygulandı, o da işgal edilmiş topraklarda birçok şartın kısıtlamasıyla Filistin Otoritesi’nin oluşturulmasıydı.
Kudüs, güvenlik meselesi, sınırlar meselesi, mülteci meselesi ve yerleşim sorunu konularında somut bazı ilerlemeler de kaydedilmedi değil.
Filistinliler direniş için iki yöntemi benimsiyordu, silahlı direniş ve içeriden İntifada hareketleri. Filistin Otoritesi İsrail'i Oslo Anlaşması’nın bir parçası olarak tanıdığında, dışarıdan veya içeriden silahlı direniş artık mümkün değildi. İçeriden bir direniş yöntemi olarak İntifadaların da etkisi azalmıştı, zira İsrailli güçlerin göstericilere yönelik uyguladığı şiddet politikası başarılı olmuş ve kitleleri nispeten sindirmişti. Bu süreçte Filistinliler, İsrail’i tanıyanlar ve silahlı direnişi sürdürmek isteyenler olarak kabaca ikiye bölündü.
Filistin Otoritesi’nin önünde iki seçenek vardı;
Birincisi müzakereleri durdurmak ki en büyük gerekçesi İsrail’in yasadışı yerleşim faaliyetlerinde bulunmasıydı.
İkincisi ise, İsrail ve Filistinliler arasındaki çatışmaları nihai olarak çözecek bir anlaşma ve gelecekteki ilişkiler için bir çerçeve olarak düşünülen Oslo Anlaşması’nın uygulanmasını takip eden “BM, AB, ABD ve Rusya'nın oluşturduğu Ortadoğu Dörtlüsü'ne başvurmak.
Bilindiği üzere Oslo Anlaşması’nın mimarlarından İsrail Başbakanı İzak Rabin'in 1995’te suikasta uğramasının ardından İsrail’de sağcı hükümetler ve yerleşimci siyasetçiler başa geçti. Bu yöneticilerin neredeyse tamamı Oslo Anlaşması ve İki Devletli Çözün anlayışına ilk başlarda gizlice sonra da aleni bir şekilde karşı çıktı.
Filistin tarafında ise, Fetih Hareketi ve Hamas arasında bölünme yaşandı. Filistin kamuoyunda da ‘barış projesine’ olan destek zayıfladı. Bunun kanıtı da Filistin Otoritesi’nin bölgelerinde 2006 yılında gerçekleşen serbest seçimlerde Oslo karşıtlarının oyların yüzde altmışını almasıdır.  Fetih ve müttefikleri ise ancak yüzde kırk alabilmişti. Birleşik bir hükümet kurulduğunda Hamas’ın İsrail’i tanıması istendi. Hamas da bu duruma tepki olarak 2007’de bir darbe yaparak Gazze Şeridi’nin yönetimine el koydu. O günden beri de Filistin halkı adına ‘direniş’ sergiliyor.
Filistin Yönetimi bir anlamda, yerleşimci İsrail sağı ile direnişçi İslamcı Hamas arasında kalmış oldu.
İsrail yönetimi, özellikle son on beş yıl içinde, Yahudi devletinin bugünü ve geleceği için, ortaya çıkabilecek tüm sorunların çözümünde ciddi mesai harcadı.
Batı Şeria ve Kudüs çevresindeki yerleşimlerin sayısını önemli ölçüde artırdılar ve Filistin Yönetimi’nin salahiyeti altında olan alanlarda bile güvenliği tamamen ele geçirdiler.
Batı ve Doğu Kudüs'ü ilhak ederek, Yahudi devletinin ebedi başkenti olarak ilan ettiler.
Son olarak da yerleşim yerlerini koruyucu duvarın ardına taşımak ve Eriha dışında kalan Ürdün Vadisi’ni ilhak ederek sınırlarını genişletmeyi hedeflediklerini açıkladılar.
Başkan Trump geldi ve İsrail'in yaptığı tüm bu emri vakileri tanıdığını açıkladı. Saza bir tel daha ekleyerek, İsrail’in Golan Tepelerini ilhak etmesini de onayladı.
Böylelikle Oslo Anlaşması’ndan geriye, sadece Batı Şeria’da İsrail ordusunun denetiminde olan bazı bölgeler ve kuşatma altındaki Gazze kalmış oldu.
ABD Yönetimi ve Netanyahu Filistinlilere ne teklif etti?
Birincisi, Trump İsrail'in birtakım haklara veya ayrıcalığa sahip olduğunu söyledi: Tarihsel haklar ki İsrail’in çalkantılı Ortadoğu'da bir özgürlük, demokrasi, istikrar ve barış vahası olarak tamamen güvenli olması gerekir.
Nükleer silaha sahip olma hakkı, güvenliğini sağlayabileceği sınırlar çerçevesinde üstün bir orduya sahip olması. Bunlara ek olarak ABD’nin stratejik güvenlik garantisi ve belki de Rusya’nın da desteğini alması.
Filistinlilere gelince, Trump onlara ‘bağımsız bir devlet’ teklifinde bulundu.
Eğer Filistinliler müzakereleri kabul eder ve şiddete başvurmazsa Trump, Filistin ekonomisini canlandırmak üzere 50 milyar dolarlık bir ekonomik planın hayata geçirilmesini hedeflediklerini ifade etti.
Sormak gerek, eğer sorun Trump’ın dediği gibi yoksulluk, yolsuzluk, şiddet ve kötü gayrimenkul yönetimi ise bağımsız bir devlete niçin ihtiyaç duyulmaktadır?
Sorun nehir ve deniz arasında İsrail’deki Yahudilerden daha fazla, yedi milyonu aşkın Filistinlinin varlığıdır.  
Bu nedenle onlara ‘bağımsız’ bir devlet bağışlamak gerekir ki böylelikle demokratik müreffeh İsraillilerin arasına karışmazlar. Büyük duvarlar buna mani olur.
Tüm bunlara rağmen, Netanyahu’nun konuşmasını dinleyenler, söz konusu planda hoşuna gitmeyen yönlerin olduğunu fark edecektir. Örneğin yeni yerleşim yerlerinin 4 yıllığına durdurulması meselesi, Ürdün Vadisi'nin görmezden gelinmesi, mülteci meselesinin çözümsüz bırakılması ve her ne kadar Kudüs ebedi başkent ilan edilse de, Filistinlilere vaat edilen ‘bağımsız’ devletin sınırlarının Doğu Kudüs’e birleşik olması ve Ürdün’ün kutsal mekânlara hamiliğinin devam edecek olması. Netanyahu’yu memnun etmemiş gibi görünüyor.
‘Yüzyılın Anlaşması’ başarılı olacak mı? Hayır olmayacak. Filistin direnişi ya da uluslararası toplumun kabul etmemesi veya Araplarla Müslümanlar bu anlaşmaya karşı olduğu için değil.
Çok fazla karmaşık detay olduğu için başarısız olacak. Şeytan ayrıntıda gizlidir.
Bu plana İsrail'deki yerleşimciler ve diğer aşırı sağcılar da karşı çıkacaktır, çünkü bununla yetinecek değillerdir zira her şeyi istiyorlar.
Trump ve Netanyahu ise seçimlerde faydasını görecektir. Kushner belki Eriha’da yeni inşaatlar yapar.
Barışa gelince; "Allah, emrini yerine getirmeye kadirdir. Fakat insanların çoğu (bunu) bilmezler" (Yusuf 12/21)