Husam İytani
TT

​Lübnan'da ayan sisteminin çöküşü

Lübnan’da Hassan Diyab hükümeti, skandalı örtmek üzere aceleyle düzenlenmiş bir düğün havasında meclisten güvenoyu aldı. Lübnan makamları, göstericilerle milletvekilleri arasında yaşanabilecek arbedeyi engellemek için parlamento binasının etrafında sıkı güvenlik önlemleri aldı.
Aylarca süren protestoların gölgesinde, çoğu göstericilerden olmak üzere 200 kişinin yaralanmasının ardından nihayet hükümet kurulabildi. Özgür Vatansever İttifakı, Hizbullah ve Emel Hareketi tarafından oluşturulan hükümet, iki gün sürmesi planlanan oylamaların bir günde gerçekleşmesiyle meclisten güvenoyu aldı. Bu sürenin kısa tutulması, güvenlik güçlerinin kamu baskısı karşısında aciz kaldığının da bir göstergesiydi. Güvenlik önlemleri ve ‘başkaldıran gençlere’ yönelik orantısız şiddetin gölgesinde toplanan parlamento, anayasal çoğunluğu yakalayarak, yeni hükümete onay vermiş oldu.
Böylelikle Lübnan’ın bağımsızlığını kazandığı 1943 yılından beri süregelen siyasi-ekonomik sistemi, alternatifi oluşturulmadan son bulmuş oldu.
11 Şubat Salı günü gerçekleştirilen güven oylaması bu eski sistemin ömrünü ancak birkaç ay daha uzatacaktır, hükümetin uzun süreli başarısı beklenmemektedir. Güven oylaması aynı zamanda trajikomik bir şekilde mevcut siyasi düzenin ‘ölümünü’ gösteren bir tiyatro niteliğindeydi.
Dağılan 14 Mart İttifakı, yani Müstakbel Hareketi, İlerici Sosyalist Partisi ve Lübnan Güçleri Partisi, farklı gerekçe ve bahanelerle meclisteki güvenoyu oturumuna katıldı. Bu sahne, tüm siyasi partilerin ‘ganimetçi devlet’ anlayışında müşterek olduklarını gösterdi. Bu anlayışa göre, ulusa bağımlılık, sadece devletin sağladığı olanaklar ve tavizlerle mümkün olabilir. Bu bahsi geçen üç parti her ne kadar hükümete güvenoyu vermemiş olsalar da, bu sahneye itiraz etmeyerek, halkın özlemlerini dikkate almayan ‘mezhep kotalı sistemin’  ‘yapı taşlarından’ olduklarını göstermiş oldular. Başka kelimelerle ifade edecek olursak; Hassan Diyab hükümetinin güvenoyu oturumu, ‘liderler yönetiminin’ ya da ‘ayan yönetiminin’ ölüm belgesi mesabesindeydi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun egemen olduğu 19. Yüzyılda Lübnan’da ‘çifte kaymakamlık’ sistemi yürürlükteydi. Bu yönetim biçimi belirli bir ailenin ülkeyi yönetmesine dayanıyordu. Genellikle bu aileler, kendi çıkarlarını korumak adına destekçilerini kanlı çatışmalara sürüklemekten çekinmezdi. Zamanla bu sistem yapısal değişiklikler yaşadı, askeri olarak güçlü olan dış hamiler birbirinin yerini işgal etse de, son dönemlerde Avrupa kapitalizmine bağımlılık olmak üzere, sürekli bir dışa bağımlılık söz konusuydu. Daha sonra herkesin malumu olduğu üzere, ‘mezhep kotalı’ sistem hüküm sürdü. Tüm bu ‘ayan yönetimi’ anlayışı, gerçeklerden kopmuş ilkesiz şahsiyetlerle, savaş suçlusu karakterlerin siyaset sahnesini işgal etmesiyle, dramatik bir biçimde sonuna ulaşmış görünüyor.
Bu ‘mezhepçi ayan sisteminin’ sonu, Lübnan'da iktidarı paylaşanların nasıl da kısa görüşlü olduğunu da gözler önüne seriyor. Saf açgözlülükleri, içinde bulundukları sistemin, kamu kaynaklarının günlük olarak yağmalanmasıyla ağırlaşan yükü kaldıramayacağını görmelerine engel oluşturmuştur. Bir başka deyişle: üstünde oturdukları dalı, dar zekâları ve basit çıkarları sebebiyle kesmiş bulunuyorlar. İktidarı paylaşan siyasi partiler, çözüm olarak, halkın tanımadığı (bu yüzden aşırıya gidip haksızlık yapmak istemeyiz) müsteşarlar ve teknokratların şeklen başa getirilmesi olarak düşündüler. Ancak büyük ihtimalle bu yeni ekip, ne ülkenin içinde bulunduğu siyasi çıkmazdan ne de büyük oranda buna bağlı ekonomik krizin derinliğinden haberdar değildir. Ya da yozlaşmış siyasetçilerle ekonomik kriz arasındaki ilişkiyi görmelerine rağmen, kendilerini ‘bakan’ olmanın cazibesine kaptırmış da olabilirler. 
Sistem, imkânsız bir görevi yerine getirmek üzere, Lübnan gerçeği hakkında derin bilgi ve birikimi olmayan ‘tek yönlü’ şahsiyetleri tercih etmiştir. Enteresan olan şey ise, bu şahsiyetlerin, Lübnan’ı içinde bulunduğu krizden çıkarmak için ehil olduklarını düşünmesidir. Ayanları yani liderleri bir araya getiren şey, çıkar ve ganimet paylaşımından ibarettir. Onları birbirine karşı konumlandıran şey ise, oranlar üzerindeki anlaşmazlıklarıdır. Onlar için dramatik olan bir başka husus ise, artık bu ganimetlerin hepsine yetmiyor oluşudur.
Kurbanlar, yani halk, kötü insanların sofralarının etrafında bekleşen yetimler gibi, artık bu durumdan sıkılmıştır. Bu nedenle bazen barışçıl olarak, bazen de liderlerin belirlediği sürüde yer almamak adına öfkeyle sokaklara inmeyi tercih etmiştir. Bu gösteriler Lübnan’da uzun süredir beklenilen, bireylerin oluşması için başlangıç mesabesindedir. Bireyler kararlarında bağımsızdır, kabile, aile ve mezhep bağlılığıyla hareket etmezler. Birey meselesi hala soyut bir projedir. Sokağa indikçe ve mezhepçi sistemin zorba eylemlerine maruz kaldıkça daha çok bilenmektedirler. Böylelikle yeni bir vatandaşlık doğmaktadır, yeni bir Lübnanlı tanımı yapılmaktadır. Bu gelişim yıllar sürebilir, ancak kesin olan bir şey varsa o da: bu ‘mezhepçi ayan sisteminin’, yaşamayı isteyen vatandaşlara, ölüm ve yıkım dışında hiçbir şey vaat edemeyeceğidir.