Abdulmunim Said
Kahire’de Mısır Gazeteciler İdaresi Meclisi Başkanı ve Kahire Bölgesel Strateji Çalışma Merkezi Yönetim Müdürü
TT

​ABD’nin kafa karışıklığı

ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, “Batı Kazanıyor- The Weast is Winning” ifadesi ile Münih Güvenlik Konferansı ve dünyamızdaki büyük ve önemli stratejik meselelere meydan okudu. Burada kazanmak, zafer ve küresel hegemonya ile el ele gitmektedir. Bu ifade, doksanlı yılların başında Francis Fukuyama’nın tarihin sonuna ilişkin tezini yazdığında egemen olan yönelime eşlik etmektedir. Fakat aslında dünyada var olan yönelimin tam aksidir.
ABD, dünyanın birçok bölgesinden çekiliyor. Kendisi ve onunla birlikte Batı ülkeleri kapılarını dünyanın diğer halklarının yüzüne kapatıyor. Birçok yönden siyasi ve etnik bölünmelerle parçalanıyor. Batı’nın siyaset ve ekonomi alanındaki gücünün ve kapasitesinin en önemli tezahürlerinden olan Avrupa Birliği (AB) İngiltere’nin dört yıl önce kendisinden ayrılmaya ve başka bir gelişim modelini takip etmeye karar vermesi ile en önemli sınavını veriyor.
İngiltere, AB’den ayrılıp İngiliz Milletler Topluluğu veya NATO ya da yeni bir imparatorluk oluşturma yoluna giderek yeni bir model denemeye karar verdi. Mısırlı yazar ve diplomat Cemal Ebu el-Hasan el-Yevm gazetesinde şöyle yazmış: “1970 yılında Asya (Japonya dahil) küresel GSYİH'’na %19 oranında katkıda bulunurken Batı yüzde 56 oranında katkıda bulunuyordu. Bugün ve sadece üç kuşak sonra Asya’nın katkısı yüzde 43’e yükselirken Batı’nın katkısı yüzde 37’ye geriledi. Günümüzde dünyada yaşadığımız en önemli dönüşüm budur. Bu, Batı’nın askeri, ekonomik ve kültürel olarak yaklaşık üç yüzyıldır devam eden küresel hegemonyasından sonra gerçekleşen bir dönüşümdür. Yaşadığımız dünya daha çoğulcu ve çeşitlidir. Rekabetin kutuplar arasında açık bir çatışmaya dönüşmesi potansiyelinin daha yüksek olması ile daha rekabetçidir.”
 Sayılar bu biçimde ele alındığında bir dereceye kadar aldatıcı olabilir. Çünkü Batı, İkinci Dünya Savaşı’nda yenilen ülkeleri ya da Kore Savaşı’ndan sonra Güney Kore’yi canlandırma sürecinden çok yararlandı. Bu süreçten sonra işler normale dönmeye ve küresel GSYİH temelinde yeni bir denge kazanmaya başladı. Kısacası bu rakamlar, sözgelimi Batı’nın “kültür hegemonyasını” ve genel olarak teknoloji ve uzay alanındaki aşırı derecedeki üstünlüğünü kesinlikle kapsamıyor. Fakat aynı zamanda dünyada yeni güç dengelerinin var olduğunu da göstermiyor değil.
Bununla birlikte, Pompeo’nun kullandığı bu ifade, Batı ve dünyadaki konumunu savunmaktan çok ABD’nin içinde bulunduğu kafa karışıklığına bir yanıt niteliğindedir. ABD’nin yaşadığı bu kafa karışıklığı, ülkenin stratejik yönelimlerindeki seçimlerinden kaynaklanıyor. ABD idaresinin kendisi yalnızca askeri olarak Suriye, Irak ve Afganistan’dan değil dünyadan çekiliyor. Hatta Japonya, Avrupa ve Güney Kore’deki varlığını yeniden formüle ediyor. Washington artık müttefikleri ile birlikte ortak çıkarları korumuyor. Bunun yerine ABD’nin ittifak ve ortak savunma anlaşmalarından elde ettiği kaynak ve kazanımları savunuyor. ABD, Meksika ve Latin Amerika ile sınırlarına duvar inşa etmek veya göç yasalarını değiştirmek aracılığıyla olsun kendisini “dışarıya” kapatıyor. ABD’ye gitmek, beyazların ve Hristiyanların lehine olan son derece seçici yasalara bağlı hale geldi. ABD bugün küresel ısınmanın ulaşmış olduğu noktada büyük sorumluluk sahibi olmasına ve bugün de Çin’den sonra ikinci sırada yer almasına rağmen Paris İklim Anlaşması’ndan çekildi. Fakat ABD idaresinin bu tutumunun karşısında bugünlerde, Demokrat Parti’nin sesi yüksek çıkan “küresel” siyasi yönelimi duruyor. Demokrat Parti’nin adayları mevcut seçim döneminden yararlanarak başkanın politikalarına saldırmakta yarışıyor.
ABD’nin kafa karışıklığı, yalnızca başkan ve muhalifleri ile sınırlı olmayıp stratejik düşünürler arasında da görülüyor. İçinde bulunduğumuz şubat ayında prestijli  “Dış Politika” dergisi, üç stratejik değerlendirme yayınladı. Ayrıca 1 Nisan 1973 tarihinde yani Vietnam Savaşı devam ederken ve Soğuk Savaş hala etkin iken yayınlanan bir yazıyı da yayınladı. Bu son yazının başlığını okuyarak konusunu anlamak mümkün.
Yazar Earl Ravenal tarafından yazılan “Stratejik Ayrılığı Savunmak” (The Case for Strategic Disengagement) başlıklı yazı o günlerde ABD’de dönen tartışmaları ve diyalogları yansıtıyor. Diğer üç değerlendirme yazısı ise bugünlerde yaşanan kafa karışıklığını yansıtıyor. İlk yazının yazarı Stephen Wertheim, Ravenal gibi “öncülüğün bir bedeli” olduğunu düşündüğü için yazısına “ABD neden dünyaya egemen olmamalıdır” (The Price of Primacy: Why America Shouldn’t Dominate the World) başlığını seçerek bunu sorguluyor. Bu noktada yazarın oldukça maliyetli olduğu için ABD’nin dünyadan çekilmesi gerektiğini savunan akımın içinde yer aldığına dikkat çekmek gerekiyor.
ABD’nin yüksek stratejisinde, ABD değerleri için endişelenen ilerici görüşlerin yanı sıra Wertheim gibi ödenen bedele karşı uyaran muhafazakar görüşler de bulunuyor. Bu görüşe karşı çıkanlar ise tamamen farklı bir noktadan, ABD’nin geri çekilmesinin mümkün olmadığından yola çıkıyor. Hatta böyle bir şeyin tam aksine bir tür dengesizliğe yol açabileceğini düşünüyor. Bu düşüncenin destekçilerinden Thomas Wright, “Siperlenmenin Saçmalığı: ABD neden dünyadan çekilemez” (The Folly of Retrenchment: Why America Can’t Withdraw From the World?) başlıklı yazısı ile bunu savunuyor.
Üçüncü değerlendirmenin yazarı Graham Allison ise tarihi süreçleri hatırlatarak yüksek stratejiye farklı bir yol çiziyor.“Yeni Nüfuz Alanları: Diğer Büyük Güçlerle Dünyayı Paylaşmak” (The New Spheres of Influence, Sharing the Globe With Other Great Powers) başlıklı yazısında bizleri, büyük ve süper güçlerin hegemonyaları altındaki ülkeler, halklar ve bölgeler ile güçlerinin ölçüldüğü tarihin eski dönemlerine götürüyor.
Batı dünyasının diğer yarısını oluşturan Amerika kıtasının güneyi ve kuzeyi ile –tarihsel, coğrafi ve elbette güç nedeniyle- doğal olarak ABD’nin nüfuzu altında olduğunu deklare eden Monroe doktrininden tutkuyla bahsediyor. Allison bizlere bir kez daha “siyasi coğrafya” ve “siyasi gerçekliği” hatırlatıyor. Bazı değişikliklerin gerçekleştiğini itiraf ediyor. Ancak aynı zamanda şu anda tam olarak neyin değiştiğini belirlemenin ve kendisine uyum sağlamanın gerektiğini belirtiyor. Monroe Doktrini’nin temel olarak hala aynı olduğunu ve önemini koruduğunu ifade ediyor. Allison’a göre geçmişte dünyanın nüfuz alanları, Atina ve Persler, Roma İmparatorluğu’nun Doğu ve Batı kanatları, İspanya ve Portekiz, Fransız Devrimi’nden sonra büyük Avrupa ülkeleri, sömürgecilik döneminde İngiltere ve Fransa, sonrasında ABD ve Sovyetler Birliği arasında paylaşılmıştı. Peki, bugün neden Washington, Moskova ve Pekin arasında paylaşılmasın? ABD’nin son dünya savaşından sonra küresel GSYİH’na olan katkısı çeyreği oluştururken bugün bu oran yedide bire düşmüş olsa da teknoloji, uzay ve internet alanlarındaki tekeli hala devam ediyor. Çin, dünyada ihracatta birinci ithalatta ikinci sırada yer alıyor. Kendisini büyük bir küresel kütle olarak merkeze yerleştiren “Bir Yol Bir Kuşak” girişimini başlatmış bulunuyor. Rusya, Sovyetler Birliği olma yolunda ilerlemiyor. Sovyetler Birliği’nin çöküşü, Rusya’yı eski imparatorluk topraklarına geri döndürmesine ve nüfusunu yarı yarıya azaltmış olmasına rağmen kendisi hala büyük bir askeri ve nükleer güç olmaya devam ediyor. Bu gücünü pekiştirmeye çalışan Rusya, üç kutuplu dünya ile nasıl başa çıkacağını çok iyi biliyor. Graham Allison, ne ABD hegemonyasını ne de ABD’nin geri adım atmasını değil dünyadaki nüfuz alanlarının paylaşılmasını istiyor. Donald Trump da böyle düşünmüyor mu?