Bülent Şahin Erdeğer
TT

​Gezi olayları: Kurguların savaşı...

Arap Baharı üzerine yazdığım kitap vesilesiyle sosyal hareketler ve devrimlerin doğası üzerine iyi bir literatür okuması yaptım. Bu okuma sürecinde “devrim”in sosyolojisini daha iyi anlamaya çalışırken Gezi olaylarının sosyolojisini de daha serinkanlı biçimde anlamamı sağladı.
Haziran 2013’te yaşanan olayların birebir şahidi olmuştuk.
Tıpkı bugün olduğu gibi o günlerde de toplumun farklı kesimleri kendilerini yeterince ifade edemediklerini, yaşam tarzlarının tehdit altında olduğunu, karar alma süreçlerine toplumun demokratik katılımının engellendiğini düşünüyordu.
İnatlaşma, kutuplaşma, emrivaki yapma, oldubittiye getirmenin dayatılması özellikle de gençlikte tepkiye yol açıyordu. Tıpkı bugün gibi…
Yargı, polis, İBB’ye bağlı zabıta birimleri gibi bürokratik tüm kadrolar Fethullahçı Paralel Yapının eline geçmişti. O yüzden paralel yapı, o günlerde Erdoğan’la her ne kadar çatışmaya başlamışlarsa da halen iktidarın bir parçasıydı. Ve yargı olabildiğince siyasallaşmış, mahkemelere güvensizlik zirve yapmıştı.
Tıpkı bugün gibi…
Bugün tek fark paralellerin de oyun dışın kalmış olması. En azından zahiren…
İşte böyle bir atmosferde böyle bir bağlamda Ankara, Türkiye’nin en büyük şehrinin en önemli, merkezi meydanını kimseye sormadan kendi bildiği gibi düzenlemeye kalkıştı.
Gezi Parkı yıkılacak, yerine “Topçu Kışlası” adıyla bir AVM yapılacaktı. Tam da Arap Baharı sürerken, Wall Street'i İşgal Et (Occupy Wall Street), 17 Eylül 2011'de New York'ta, ABD'nin finansal kalbi Wall Street'te, Kanadalı aktivist grup Adbusters tarafından başlatılan halk eylemleri ve toplumsal hareket yapılmışken, İran ve İsrail’de halk hareketleri sokaklardayken Türkiye’deki sivil toplum hareketlerinin bu küresel bağlamdan kopuk olduğu düşünülemezdi.
Barışçıl protesto ve sivil itaatsizlik hareketlerinin yaygınlaşması diğer demokratik kanalların kapanması sebebiyle başvurulan yollardır.
İşte böyle bir ortamda Gezi Parkı’nda barışçıl protestolar başlamış buna karşın ise daha sonra Fethullahçı oldukları açıkça ilan edilen Vali ve emrindeki kolluk kuvvetlerinin aşırı şiddetiyle olayların seyri değiştirilmişti.
Orantısız şiddet her zaman geri teper ve sosyal hareketin barışçıl karakterinin şiddete evrilmesine yol açar.
Kah kendini savunma kah şiddeti mücadele metodu edinmiş grupların inisiyatif alması şeklinde göstericiler şiddetin içine çekilir.
Siyaset ve yöneticilik de zaten sosyal psikolojiyi anlama ve yönetme, yönlendirme sanatıdır. Hatta bu sebeple polis akademilerinde sosyal psikolojiye dair dersler verilir. Göstericiye nasıl davranılması gerektiğine dair…
Ama siz barışçıl başlayan bir protestoya göstericilerin çadırlarını yakarak, gençlerin gözüne gözüne biber gazı sıkarak, ihtiyaç yokken coplarla, basınçlı sularla müdahale ederek sadece göstericileri terörize etmekle kalmaz, oluşan mağduriyete tepki duyan kitlelerin de sokaklara dökülmesine yol açarsınız. Paralel valinin emrindeki paralel polislerin, zabıtaların bunu kasten yaptığı aşikar.
Bu durumda oyunu bozacak adım barışçıl gösteriyi şiddete dönüştürenlere karşı göstericilerle birlikte krizi yönetmek olmalıydı. Ama bunu acziyet olarak algılayan Erdoğan, o dönem aşırı şiddet uygulayan polisi sahiplenmişti.
Gezi olaylarının barışçıl başlayıp kontrolsüz şiddete evrilmesinin muhasebesini ise olayları “direniş” olarak sahiplenen kesimler yapmalı. Herhangi bir önderliği olmayan çok parçalı ve renkli yapıya sahip bir hareketin İstanbul’un belli bölgelerine yayılması ve dahası Türkiye’ye yayılması iktidar tarafından bir “kalkışma” ve “darbe girişimi” olarak algılandı. Öyle ki İktidar çevreleri gelişmeleri “üst akıl” ve gizemli küresel dış güçlerin Türkiye’yi durdurmak için yürürlüğe koyduğu bir komplo teorisi ile açıkladı.
Oysa olayların bu denli kitleselleşmesi ve çığırından çıkmasının sebebinin aşırı ve orantısız devlet şiddeti olduğu aşikardı. Şayet dış güçlerin bir komplosu vardıysa bu komploya seve seve hizmet eden şey olayların çığırından çıkması için can başla uğraşan devlet şiddetiydi. 
Krizi yönetmek yerine inatlaşmayı ve orantısız şiddeti savunmayı tercih eden yöneticilerin olayların çığırından çıkmasından şikayet etmeleri de tutarlı değil.
Kaldı ki Gezi olaylarının FETÖ yargısı tarafından hazırlanan bir davanın konusu olması mevzuyu daha da çetrefilli hale getiriyor.
Çünkü hem o dava sürerken hem de Fethullahçılar devlet nezdinde terör örgütü ilan edildiler. İktidar kendisine darbe yapmaya kalktığını iddia ettiği olayları yine kendisine darbe yapmaya somut biçimde kalkışan bir yapının üretimi bir dava ile değerlendiriyor.
Öyle bir dava ki liberal kimliğiyle tanınan bir isim şiddet eylemlerinden sorumlu tutuluyor(du). FETÖ’cü Vali FETÖ’cü zabıta ve FETÖ’cü polisin alevlendirdiği FETÖ’cü savcının iddianamesini yazdığı Gezi olaylarının suçlusu, şiddeti teorik olarak reddeden bir insan hakları aktivisti ilan edilmeye çalışıyordu. Bunun apaçık bir çelişki olduğu ortada. 

Gezi "direnişi"nden "devrim" çıkar mıydı?
Gezi’nin sosyolojisi çok parçalıydı. İlk günlerde üniversite öğrencilerinin oluşturduğu çevreci gruplar, parkı belediye yıkım ekiplerine karşı korumak için oturma eylemleri başlattılar. Bir grup milletvekili de onlarla dayanışma çağrısı yapmıştı. Ardından yaşanan aşırı şiddetli müdahaleler grubun kapsamını genişletti. Legal ve illegal Marksist örgütlerin mensupları, sendika üyeleri, liberaller, futbol taraftar grupları, muhalefet partilerinin gençlik kolları, antikapitalist Müslümanlar grubu gibi farklı fraksiyonlar bir araya gelmişti. Tüm bu grupların kendilerine has yöntemleri ve protesto tarzları mevcuttu. Liberaller barışçıl sivil itaatsizlik yöntemlerini kullanırken Marksistler şiddeti yaygınlaştırmaya çalışıyorlardı. Polis şiddeti arttıkça da karşı şiddet yöntemine sahip grupların inisiyatifleri daha ağır basıyordu. Ankara ise tüm Gezi eylemcilerini barışçıl demokratik protestolarla şiddet yanlılarını aynı kefeye koyarak “Çapulcular” şeklinde mahkum ediyordu.
Fiili olarak Gezi protestocularının temel hedeflerine ulaştıkları aşikar. Siyasi otorite, geri adım atarak Topçu Kışlası projesinden vazgeçti; en azından belirsiz bir tarihe kadar askıya aldı. Toplumsal muhalefet de kendisini ifade etme imkanı buldu. Gezi olaylarının devlet eliyle kitleselleştirilmesi eylemcilerin hedef ve taleplerini de genişletip yurt çapında bir "devrim" hareketine bir "Gezi Komünü" kurgusuna da yol açmıştı. İşte o sosyal psikoloji sebebiyle kitleselleşme kazanımı elde eden göstericiler çevre tahribatı vd. gerekçelerle sadece Topçu Kışlası projesini iptal ettirmekle yetinmeyerek Ankara'nın 3. Köprü, 3. Havalimanı ve Kanal İstanbul gibi diğer projelerini de iptal etmesini talep ettiler. Ki bu alanda Gezicilerin başarılı olduğu söylenemez.
Ama sonuçta Gezi'de ifadesini bulan söylemin 2019'a gelindiğinde Büyükşehir Belediye seçimini kazandığı yani şehir halkının demokratik onayını aldığı da aşikar.
 
Yargı hep ideolojik bir silah        
Yakın tarihimize dönüp şöyle bir bsakalım, Yargıya güven sağlanması gibi bir kaygının olmayışı ülkedeki gündemlerin de hep saçma anlamsız polemiklere mahkum olmasını doğuruyor.
HEP’in kapatılması (1993), Sivas davası (1993), DEP'in kapatılması (1994), Susurluk davası (1996), RP'nin kapatılma davası (1997), Kayıp trilyon davası (1998) Tevhid Selam davası (2000) Fazilet Partisi kapatılma davası (2001) HADEP'in kapatılması (2003), Uğur Kaymaz cinayeti davası (2004), Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Uğur Mumcu ve Ahmet Taner Kışlalı'nın öldürülmesinin de arasında bulunduğu birçok olayı kapsayan Umut davası (2005), Danıştay saldırısı (2006), Zirve Yayınevi katliamı (2007), DTP'nin kapatılması davası (2007), Hrant Dink suikastı davası (2007), AK Parti’nin kapatılma davası (2008), Ergenekon davaları (2008, 2012), Cizre faili meçhul cinayetler davası (2009), Ceylan Önkol'un ölümü davası (2009), Balyoz davası (2010), Türk futbolu Şike davası (2011), Soma Faciası davası (2014), Çorlu tren kazası davası (2019) ve daha niceleri dönemsel olarak siyasi iradeyi elinde tutanların yargıyı bir silah olarak kullandığını gösteriyor.
Normal bir ülkede Gezi olayları zaten bu raddeye getirilmez, hadi getirildi diyelim yargı önce orantısız şiddetin sorumlularından hesap sorar; ardından da gösteriler çığırından çıktıktan sonra yaşanan şiddet eylemlerinin gerçek faillerini tespit eder kanıtlarıyla bu failleri cezalandırır.
Ancak ülkemizde olan bu değil.