Bülent Şahin Erdeğer
TT

Kullanışlı söylemler: Mezhepçilik ve Tekfircilik

Kur’an’ın “Furkan” bir hidayet rehber oluşunu hayatına yansıtamayan anlayışlar, kendi mezheplerinin Kur’an dışı ilkelerini rehber edinmek gibi bir yanılgıya mahkûm olurlar. Rabbimiz özellikle fırkalara bölünmemeyi, fırkalaşıp kendisi dışındakini kâfir görme hastalığına karşı uyarmasına rağmen Muhammed (as)’ın çağrısına cevap veren Müslümanlar da tıpkı Musa ve İsa (as)’ın çağrısına kulak veren eski dönem müslümanların düştüğü çukura düşmüşlerdir: Mezhepçilik!
Hz. Musa’nın takipçisi olan Müslümanların bölüne bölüne tanınmaz hale getirdikleri İslam’ın adı daha sonraları Yahudilik olarak anılmaya başlayacak, İsa’nın takipçisi olan Müslümanların bölüne bölüne tanınmaz hale getirdikleri İslâm’ın adı da Hristiyanlık olacaktı. İtikatta ve amelde farklılaşan/başkalaşan bu dindarlar kendi ilahi/beşeri karışımı itikatlarını tek yol olarak gördüklerinden bir süre sonra kendi mezheplerini din edinmeye başlamışlardı. Hz. Musa’nın takipçilerinin Ferisiler, Sadukiler, Karâiler, Samiriler vb Hz. İsa’nın takipçilerinin Katolikler, Monofizitler, Protestanlar, Ortodokslar vb. mezheplere ayrışmasının ve bu gruplar arasında kan dökülmesinin bir benzerini Hz. Muhammed’in takipçileri yaşıyor yüzyıllardır…
Burada fıkhi ayrıntılardaki farklılıkları kast etmiyoruz. İnançlarda ve kimliklerdeki derin ayrışmayı ve ötekini düşman görebilecek kadar birbirine yabancılaşmayı mercek altına almaya çalışıyoruz…
İşte bu “derin ayrışma ve birbirine yabancılaşma”nın Muhammed ümmetindeki karşılığı ana hatlarıyla Sünni-Şii çatışmasıdır. Sünni-Şii çatışması Hz. Peygamber’den sonra ihdas edilen ayrı itikat sistemlerinin iki ayrı “din” haline getirilen iki ayrı bloğun savaşıdır.
Sünnilik de Şiilik de “Kur’an’a rağmen” ayrı inanç sistemleri üretmişler bu ayrı inançlar her ikisinin de İslam’ın aslında kendilerinin tekelinde olduğu geriye kalan ötekilerin sapkın olduğu iddiasına dayanır. Bu mutlakiyetçi “İslam=Mezhep” algısı sadece kendi mezhebinin/dininin çıkarını/maslahatını gözeten bir pratiğe yol açmıştır.
Böylelikle bu iki taraftan her biri diğerine karşı kâfirle işbirliğine gitmekte bir beis görmemiştir. Bu iki taraftan her biri diğerine karşı cehennemlik damgası vurmaktan çekinmemiş, bu manevi terörün yanı sıra maddi olarak ta kanı, canı ve malını helal olarak görmekten de çekinmemiştir. Örnek verecek olursak Şiilere karşı ABD ile Saddam Hüseyin gibi diktatörlerle beraber olmaktan çekinmeyen Sünnileri hatırlayalım.
Örnek verecek olursak Sünnilere karşı Haçlılarla ve Moğollarla işbirliği yapan, günümüzde Irak’ta ve Afganistan’da ABD’yle, Suriye’de Zalim Esed rejimiyle işbirliği yapan Şii önderliğini hatırlayalım…
Mezhep eksenli din inşa etmek, sonra o hurafe dininin ekseninde siyaset izlemek kadar şeytanî bir yol yoktur…
Rabbimiz özellikle şeytanın dindarları birbirine düşürme ve bu yolla sıratul mustakim’den ayırma taktiğini bildiğinden bu konuda Müslümanları uyarmaktadır: "Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan/Fırkalaşanlardan (olmayın. Bunlardan) her fırka, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir. (Rûm 30/32)
Evet. Mezhep savaşı çıkartan Mezhepçi siyaset öyle bir hal almıştır ki, geçmişte Emevi-Abbasi savaşında, sonrasında Büveyhi Fatımi Safevi Şii saltanat sistemlerinin Sünni saltanata karşı savaşında nice kan dökülmüş, nice ihanet yaşanmıştır.
Özellikle 1979 İran devriminden sonra iktidara gelen Şii ruhban sınıfını ideolojik bir düşman olarak gören Sünni-ci radikalizm siyaseti, Şii karşıtlığını sosyal, ekonomik ve kültürel bir strateji olarak benimsemiştir. Bugün bu stratejinin kontrolden çıkan kolları Irak, Afganistan ve Pakistan’da çarşı ve pazaryerlerinde, Şii mabetlerinde ve Kerbela törenlerine karşı düzenlediği canlı bomba eylemleriyle Şii katletmeye devam ediyor. 
Şeytan karşı tarafı boş mu bırakıyor? Elbette hayır! Şii ruhban sınıfı tarih boyunca sürdürdüğü çatışmacı kültürünü 79 Devrimi sonrası iktidara geldikten sonra özellikle 89’dan sonra bir devlet politikasına dönüştürdü. Şiileştirme misyonerliğini bir kültür politikası olarak benimseyen ruhban rejimi Lübnan’da, Suriye’de, Irak, Pakistan ve Afganistan’da açıkça Sünnilere karşı Şiilerin çıkarlarını savundu. Öyle ki bu uğurda ABD işgaline destek verdi, kafir Baas zulmüne bizzat yardım etti. Lübnan’da Marunilerle bir olup Filistinli bile katletti. Felluce’de ABD askerlerinin öncü kuvveti olarak şehre saldırıp katliamın öncüsü oldu. Öyle ki bugün Suriye’deki firavunu ayakta tutan enformasyon, lojistik ve silah desteği de İran’ın mezhepçi politikası ekseninde şekillenen Afganistan-İran-Irak-Lübnan Bloğunun sayesinde olmakta. Bugün bu mezhepçi blok sayesinde çoluk çocuk yaşlı kadın katliamları işleniyor.
Bugün Suriye’de Şii mezhepçiliği eliyle başlatılan mezhep savaşının sinyallerini Irak’ta almıştık. Ama Şii mezhepçiliğin Irak-Suriye ihaneti göstermiştir ki Allah’ın Kitabından başka rehberler edinenler, Allah ile aralarına aracılar koyanların amelleri de bir ateş çukuruna yuvarlanmak olacaktır. Takiyye üzerine bina edilen ikiyüzlü Şiici siyaset kardeşler arasındaki ilk hususu yani birbirinden emin olmayı iptal etmektedir.
Şii mezhepçiliği Sünni mezhepçiliğini tetiklemektedir. Bu sebeple Bilâd-ı Şam’da Şii bloğu tarafından yakılan fitne ateşinin en çok Şiilere zarar vereceği, savaşı başlatanların bu savaşı bitiremeyeceklerini hatırlatmakta fayda var.
Şii mezhepçiliğinin ironik olarak işlediği cürümleri örtmede karşı tarafın mezhepçi olduğunu öne çıkartması da cabası. Böylece kendisine yönelen tüm eleştirileri bertaraf etmeyi amaçlıyor.
Halen Suriye’de fıtri haklarını talep etmek için sokaklara dökülen Müslüman Sünni halk, uğradığı bu ihanet sonrası yaşadığı vahşet sonrası Sünni mezhepçiliğini propaganda yapanların etkisine kapılabildi ve boğazları kesilen, bombalarla parçalanan çocuklarının tecavüze uğrayan annelerinin, bacılarının, karılarının intikamı için başka bir tepkiselliğe savrulabilir. Bu insani ama dizginlenmesi gereken tepkinin önüne geçmek ve adaleti tesis etmek ancak sağduyusunu kaybetmemiş akil Müslüman önderler eliyle olabilir. Ama nerede o hikmetli öncüler?!
Bu tip dar geçitlerde rehber olması gerekenlerin de uçlara savrulması tuzun da kokmasını beraberine getiriyor. Şii ulemada bu konuda ikircikli bir tutum var. Şii ruhban sınıfının bir kısmı İslami vahdet ve birlik mesajlarını dilinden düşürmezken iş başa düşünce bildik uygulamalara devam ediyor.  “Vahdetçilik” adeta Şii mezhepçiliğinin cürümlerini örtmek için bir takiyye kalkanına dönüştürülüyor. Şii ulemanın diğer kanadı ise doğrudan sözüyle ve eylemiyle mezhepçiliği körükleyen düşmanlık dilini yaygınlaştırıyor.  Sünni ulemada ise Adnan Arur gibi popülist mezhepçiliğin önde gelen isimlerin ağırlık kazanıyor olması endişe verici. Hele ki mutedil isimlerin dahi söylemde mezhepçi uçlara yaklaşması daha da vahim bir durum...
Halen Şiiler ve Sünniler arasında ya da her iki tarafta tanımlanmayan Müslümanlar arasında böylesi öncülerin olduğuna inanmak istiyor insan.
Bir Ebu Hanife, Bir İmam Zeyd b. Ali, Bir Ali Şeriati, Bir Cemaleddin Afgani maalesef yok bugün…
Yoksa Allah’ın gazabının cahilî bölünmeler üzerine olacağını biliyoruz…
Bir de politik çıkarları gereği İslam geleneğinde belirlenmiş mutedil/ortalama çizgiyi belirsizleştiren siyasilerimiz var.
Tekfircilik yani ölçüsüz biçimde çıkarına uymayanı kafir saymak ne kadar ölçüsüzce ve sorumsuzca ise ölçüsüzce İslam dışı akım ve görüşleri İslamiymiş gibi görmek de bir o kadar sorundur.
İslam uleması tarihi tecrübe içerisinde bunun çerçevesini sistematize etmeyi başarmıştır. Her din, dünya görüşü ve ideolojinin üzerine inşa olunduğu bir epistemolojisi, o epistemolojinin şekillendirdiği teorisi ve o teorinin sonucu ortaya konan temel pratikleri/eylemi vardır. Bu ana çerçeveye aykırı olan her teorik ya da pratik yaklaşım ise doğal olarak kendi kendisini o din/dünya görüşü/ideolojiden dışlar.
İslam özeline gelirsek bu epistemoloji gayb-şehadet (metazifik-fizik alemler) üzerinden gelişir. Teori de Kur'ân'ın temel inanç ilkeleri ile belirlenir. Bunlar da Tevhid, Ahiret ve Nübüvvet sacayaklarına dayanır.
Tevhid Tenzih ile anlamlıdır. Yani Allah'ın yaratılmış her şeyden aşkın ve münezzeh olması Hz. Nuh'un 7 temel yasasından Hz. Musa'ya vahyedilen 10 Emir'e kadar oradan Hz. İsa'ya ve Hz. Muhammed’e vahyedilen Kur'an'a kadar temel bir ilkedir. Bu sebeple Tevhid'den uzaklaşan örneğin Allah'ın Hz. Ali'de ve onun soyundan gelen İmamlarda bedenlendiğine (Hulul ettiğine) inanan Nusayrilik, Dürzilik, (Y)Ezidilik gibi inançlar bu sebeple kendilerini İslam'ın dışına itmişlerdir. Bir kişi bilinçli olarak kendi liderini Tanrı ile eş görüyor ya da Allah'ın o lider ile bedenlendiğine inanıyorsa o kişi Allah'a halis biçimde teslim olmuş yani "Muslim" olmuş değildir.  Hulul inancıyla Hristiyanların Teslis'i ya da Hindular'ın Avatar inançları aynı şeylerdir.
Bu bağlamda İslam uleması Sünni’si, Şii’si, Mutezile’si, İbâdi’si ile "Ehl-i Kıble" kavramında uzlaşmıştır (İcmâ). Bu bağlamda Tevhid-Ahiret ve Nübüvvet inançlarında genel itibariyle uzlaşıp detaylarda kelami olarak ayrışan, İslam'ın ana pratikleri/ritüelleri/ibadetlerinin mütevatir ana hatlarını reddetmeyen Ehl-i Sünnet fırkaları, Mutezile, 12 İmamcı Caferiler, Zeydiler ve İbâdiler ehl-i kıble kabul edilmiş ve İslam dairesi içerisinde görülmüşlerdir.
Tekfirciler Ehl-i Kıble olanları da farklı tevil ve görüşlerinden dolayı kafir ilan ederken gulat-ı mürcie diyebileceğimiz yaklaşımlar tekfirciliği kendilerine gerekçe göstererek Nusayrilik gibi akımları dahi Müslüman kabul edebilmektedirler.
Tüm bunların ötesinde bir kişi Müslüman olmasa bile Zalim, diktatör, çocuk katili bir rejim olan Esed rejimine insaniyet namına karşı çıkmalıdır. Ama politik pragmatizm uğruna "Suriye'de Müslüman Müslümanı öldürüyor" saçmalığı öne sürülebiliyor.

Kur'an'da anlatılan hitap edilen "Kafir" kim?
Kur'an bütünlüğünde ve Nüzul bağlamında "kafir" vahyî mesajla karşılaşmış, O'nu anlamış ve bu süreç sonrası kararını verip Kur'an'la savaşa tutuşmuş kişidir. Kur'an'da kafirlere yönelik ayetleri/hitapları bu bağlamda anlamak zorunludur. O ayetler, Nüfus cüzdanında Müslüman yazmayan, Kur'an'ın mesajından habersiz ya da İmam Gazzali'nin deyimiyle kendi kültür ve geleneklerinin önyargılarıyla İslam zannettiği şeye karşı çıkan ya da ilgilenmeyen kitlelerden bahsetmez. O kitlelere dense dense Ehl-i Fetret denir. Ancak Kur'ân kimliğinde ne yazarsa yazsın hangi kültürden gelirse gelsin bile isteye kasten masumları katledenlere, insanlara zulmedenlere, karşılaştıkları vahyi hakikatlerin üzerini örtenlere Kâfir der.
Ancak yine Kur'an'a ve onun pratik boyutu olan Sahih Sünnet'e/Nebevî örnekliğe göre de "Düşmanlık ancak zalimleredir." (Bakara 2/193) Yani insanlar kafir (bilinçli düşman) ya da cahil (bilinçsiz manipüle edilmiş kitleler) olsalar dahi sadece Zalim olduklarında yani fiilen saldırganlaştıkları dönemlerde "düşman"dırlar. Fiili saldırganlığı bıraktıklarında ise tebliğ ve diyaloğun tarafıdırlar.

“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Fırkalara ayrılıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.” (Âl-i İmran 3/103)