Hazım Sağıye
TT

Endişe veren ABD

Korona ve ekonomik kriz sonrası ABD, endişe verici bir ülke ve bu hiç de sevindirici bir haber değil. Durum, ne “Alternatif Çin modeli” efsanesi ne de bir başka efsane olan “Kapitalizmin ölümü” ile ilgili değil. Son yıllarda ABD’ye egemen olan ve Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana yavaş gelişen bir yöntemi doruğa ulaştıran, bazılarının Gazino (Kumarhane) Kapitalizmi adını verdiği durum ile ilgili.
Geçen pazar günü Bernie Sanders’ın New York Times gazetesinde yayınlanan makalesinde yer verdiği rakamların üzerinde bir duralım: 40 milyon kişi yoksulluk içinde yaşıyor. 87 milyon kişi ya sigortasız ya da kısmen sigortalı. Yarım milyon kişi evsiz. ABD ve diğer ülkelerde yoksullar, ev karantinasını uygulama gücüne en az sahip olanlar. Dolayısıyla hastalığa yakalanma riskine karşı en savunmasız olan da onlar. Siyahlar bugün yoksulluk listesinin başında yer alıyor. On milyonlarca kişi işlerini kaybediyor ve birçoğu sağlık sigortasını kaybediyor.
Sanders, doğası gereği abartıya kaçıyor ancak bu noktada abartmayan birçok kişiye katılıyor. Haklı olarak şöyle diyor: “ABD toplumumuzun temelleri çöküyor, virüs şoku ve ekonomik çöküş bizleri Sistemimizi gözden geçirmeye” zorluyor.
19’uncu yüzyılın başlarında Alexis de Tocqueville, ABD deneyimini Avrupalı benzerlerinden ayıran özelliğin, ABD’lilerin eşit doğarken, Avrupalıların eşitlik için savaşmak zorunda kalmaları olduğuna inanıyordu. ABD vatandaşlarının çoğu devrimci fikirlerden etkilenmeyen, mülklerini korumakla yetinen küçük mülk sahipleriydi. Daha sonra, ABD’de İngiliz Sanayi Devriminin vahşet ve sefaletinden uzak bir kapitalist sanayi doğdu. ABD’de devrimci hareketlerin zayıflığını açıklamak için genellikle Tocqueville’nin bu teorisi kullanıldı.
Bugün bu artık doğru değil.
Ekonomik krizin ABD’ye özgü olmadığı ve tek başına tehlike çanlarını çalmak için yeterli olmadığı doğru. Ancak ekonomik kriz, toplumu bir araya getiren ince dokuda buluşan diğer verilerle tamamlanıyor: Seksenli yıllardan itibaren, ABD’de harika olan her şeyin arkasındaki “eritme kazanı” (melting pot) olgusu gerilemeye başladı. Onun yerini, bazılarının çoğulculuktan yola çıkan ve birden ayrılık talebinde bulunabilecek “getto” felsefesi olarak tanımladıkları olgu almaya başladı. ABD bir “göçmenler ülkesi” olduğu için bu onu çatışan kabilelere benzetiyor.
Gerçekten de Soğuk Savaşın ABD’nin zaferi ile sona ermesiyle birlikte, bu yeni gerçekliğe karşı eleştiri sesleri yükselmeye başladı. Eleştirmenler üç çatışma alanına odaklandılar: Beyazlar ve siyahlar, kadınlar ve erkekler, kendi aralarında etnik gruplar. Ekonomik genişleme anlarında ve özellikle siyah burjuvazinin ortaya çıkışı ve kurumlardaki cinsiyet eşitliği konusundaki göreceli artış ile birlikte farklılıklar daralıyordu. Fakat bu yönelim, ekonomik krizlerle güçlenen ve kök salan daha güçlü bir yönelim ile karşı karşıya kaldı. Sözgelimi, siyahların beyazlara ait okullara girmesi ile ilgili eski talep yerine, siyahlara özel okullar talebi ortaya çıktı. Kadınların erkeklerle eşit olması talebi yerine kadınların üstünlüğü, erkeklerin saldırgan hatta düşman oldukları üzerinde durulmaya başlandı. Genel olarak “Sizin gibiyiz” yerini “Sizden daha iyiyiz” kuralına bıraktı.
Partizanlık uç noktalara ulaştı ve partilerin destekçileri arasındaki kutuplaşma arttı. Son olarak, Cumhuriyetçilerin üçte biri başkanın korona ile ilgili söylediklerine inandıklarını söylerken Demokratların yüzde 92’si inanmadıklarını belirttiler. Ulusal uzlaşıların alanı daralmaya başladı.11 Eylül sonrasında ortaya çıkan uzlaşı Irak savaşı tarafından kırıldı. 2008 finans krizinden sonra doğan uzlaşı çok geçmeden çözüme (devletin daha büyük veya daha küçük bir rol oynaması) karşı benimsenen tutumlar nedeniyle derin bir bölünmeye dönüştü. Cumhuriyetçiler, “Tea Party” (Çay Partisi) hareketi ile daha derinlere kök saldılar.
Eleştirmen Robert Hughes, ünlü bir kitapta, “şüphecilik kültürünün” yaygınlığından bahsetmiş ve şunu söylemişti: Farklılıklar engel, ayrıcalıklar, kimlik, arzu edilen gelecek “köklere dönüş” haline geliyor. Her grubun “kökleri” ve “beyaz erkek adam”ın kurban ettiği “kurbanları” var. Yani ABD çoğulculuktan Balkanlaşmaya doğru gidiyor.
Bunun yanı sıra, tabiri caizse bir ABD ideolojisi krizi var. Bu kriz iki yönde çalışıyor: Refah zamanlarında ve zafer anlarında, başarının yüceltilmesi ve “göçmenler ülkesi” kavramının kutlanması. Ekonomik ve ekonomik olmayan büyük krizlerde bunun aksinin yaşanması. İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD’de Japonların maruz kaldığı muamele, tarihinde bir leke olarak kaldı. 11 Eylül sonrasında Müslümanların maruz kaldığı muamele de bir başka leke oldu. Bu dönemde ABD’lilerin birbirlerine yönelik davranışları ise bir skandaldı: Jurnalcilik, Soğuk Savaş felaketi döneminde olduğundan daha yüksek seviyelere ulaştı. John Ashcroft’ın Adalet Bakanlığı’nda Başsavcı olarak görev yaptığı dönemde, posta kutuları, alıcısından komşularının herhangi bir garip davranışını rapor etmesini isteyen formlarla doldu. O dönemde bir milyondan fazla silah satıldı. Bugün de korona salgını ile birlikte silah alımına talep yine arttı.
Genel olarak, ABD ideolojisinin temellerinden ikisi sarsıldı: 11 Eylül göç ve dini çoğulculuk düşüncelerini, 2008 finansal krizi de “ABD rüyası”na olan inancı zayıflattı.
Neoliberalizm sadece ABD’ye özgü değil ancak onun neoliberalizmi şimdiki başkanında ve yaklaşımında sembol buluyor. Yani, sorunları kendini övüp kurumları küçük görerek, bilimi hatalı göstererek, tweetlerin popülaritesi ile, birçok kişinin ölümüne neden olan çelişkili acil çözümlerle çözme yaklaşımıyla. Planlar bir kenara itilmiş ve bir model yok.
Bu nedenle, bundan sonraki dönemin nasıl olacağını korona ve yeni ekonomik duruma verilen tepki belirleyecek: Ya devlete, kurumlara ve bilime olan güveni güçlendirerek, sağlık ve sağlık dışı güvenlik ağlarını genişleterek bir gerçeklik ve düşünce olarak ABD yenilenecek ya da Roma İmparatorluğu gibi ABD güneşinin de batacağını söyleyen kötümser tahminlerin şansı yükselecek.