Hazım Sağıye
TT

Modelsiz bir dünya

19’uncu yüzyılın sonlarında ve özellikle de Birinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra, endüstriyel ve demokratik Avrupa ile dünyanın diğer bölgeleri arasında doğrudan temas başladı. Napolyon Savaşları ile Avrupa genelinde başlayan olgu, ilk kez, evrensel hale geldi. Bu olgu, bir modelin eşlik ettiği istilaydı.
Boyun eğdirme ve yağmaya bu bölgelere modernitenin toplumsal örgütlenmelerini nakletme eşlik etti: Yönetim ve parlamento başlangıcı, okul ve demiryolu ağları, parti ve sendikaların tesisi, gazetelerin kuruluşu, küresel pazara entegrasyon. Her şeyden önemlisi bizzat “halk” düşüncesinin nakledilmesiydi. Bu, toplamda Batılı modeli oluşturdu.
İstilaya uğrayan halkların çoğu boyun eğmeyi ve yağmayı reddettiler. Vatandaşlık, ekonomi, eğitim ve azınlıklar açısından pratik olarak bu modelin içinde yer almaktan kaçamasalar da üzerinde durmadılar. Özellikle Batılı eğitim almış seçkinlerin etrafındakii azınlık halklar bu modeli, yağma ve zulmün temeli olarak gördüler. Taha Hüseyin’in “Mustakbalul Sakafa Fi Mısr” (Mısır’da Kültürün Geleceği) kitabındaki bir ifade, bu eğilimi abartılı ve basitleştirilmiş bir biçimde ifade etmektedir: “Her şeyde Avrupalı olmalıyız”.
Bu modele karşı ömrü uzun olmayan modeller de ortaya çıktı: Alman Nazizmi, Çin ve Sovyet versiyonları ile komünizm ve son olarak İran Humeynizmi. 
Bu "alternatifler" arasında, özellikle de Batı modeline karşı tutum konusunda kesin farklılıklar vardır. Nitekim, Nazizm ve Humeynizm kendisini kesin bir biçimde reddetmiştir. Birincisi ırksal üstünlüğe, ikincisi kültürel-dini üstünlüğe dayanarak. İki versiyonu ile komünizme gelince, burjuvazinin yerleştiği Batı Avrupa’da proleter ufkun kazanmasının zor olduğunu gördükten sonra bu burjuvazi  modeli proleter bir ufuk ile aşmaya yöneldi. 1913’te Lenin, Marksist ilerleme ve geri kalmışlığın ekonomik sınıflandırmasını analiz ederek “Geri Avrupa ve Gelişmiş Asya” adında bir makale yazdı. Lenin’in bu makalesi, “Tilki ulaşamadığı üzüme koruk der” şeklinde tanımlanabilir.
Bizde, yetmişli yılların sonlarına kadar “Batılı emperyalizmine” karşı olanlar, onun gibi olmak için Batıya direneceklerini söylüyorlardı. Yani teorik olarak, ondan geride olduklarını düşünüyor ve ona şapka çıkarıyorlardı. Batıyı kendisini benimsememizi engellemekle suçluyorlardı. Buna karşın, pratikte bunun aksini yapıyorlardı: İktidarı ele geçirir geçirmez anayasayı askıya alıyor, yargı ve kurumları feshediyor, basını millileştiriyor, partileri yasaklayıp tek parti yönetimi tesis ediyorlardı.
Bunu yaparken de önemli gerekçelere dayandılar. Bunların en önemlisi, bir Arap ülkesinde Cezayir’de kolonyal bir biçim alan sömürgeci geçmişti. Ancak özelde en çok, Batının ve özellikle de ABD’nin İsrail’e desteği gerekçesine dayandılar. Soğuk Savaş döneminde, Guatemala’dan ellili yıllarda İran ve yetmişli yıllarda Şili’ye kadar Batının savaşları ve müdahaleleri, Vietnam ve Çinhindi’nin geri kalan bölgelerindeki savaşlar, Batı modeline leke sürdü (Buna karşılık, Arapların çoğunun gözünde, Sovyet kampının benzer eylemlerinin modelini lekelemediğini hatırlatalım).
Yine de demokrasi ve kapitalizmin cazibesi daha güçlü kaldı. İkinci Dünya Savaşından sonra “refah devletinin” inşası, altmışlı yıllarda ABD’deki “büyük toplum”, söz konusu model hakkında ileri sürülen sınıfsal ve ırkçı kusurları zayıflattı. Evet, orada yoksulluk ve ırkçılık var ama gözle görülür değişimi yaratan ve farklılıkları daraltan sosyal hareketlilik ve kamuoyu tartışmaları da var. Dini, etnik ve kültürel olarak çoğulcu toplumlar sadece orada bulunur. Hem sonra komünist Doğu Almanya ve Kuzey Kore ile karşılaştırıldıklarında kapitalist Batı Almanya ile Güney Kore karşılaştırmaya gerek kalmayacak kadar üstündürler. Doğu Almanya ve Kuzey Kore halkı, Batı Almanya ve Güney Kore’de yaşamayı hedefliyor ve buna ulaşmak için hayatlarını tehlikeye atıyorlardı.
Batı modeli muhalefete yer açarken diğer model sadece bölünmelere yer açıyordu. Sovyetler Birliği’nden kopanlar olgusu, şüpheleri kesin bir şekilde giderdi. Pol Pot’un Kamboçya’daki mezalimleri ve Çin’deki Kültür Devrimi ikisi arasındaki farkı görmek için daha fazlasına ihtiyaç bırakmadı. Sonunda, sosyalist bloğun kendisi çöktü ve ekonomik kapitalizm ile siyasi demokrasiye katılmayı talep eden milyonların sesi yükseldi. Çin ve Vietnam, devlet kapitalizminden piyasanın geniş bir alanı kapladığı bir ekonomiye dönüştü. 1992 yılında Maastricht Antlaşması ile Avrupa Birliği, tarihteki barışçıl ve demokratik bir biçimde gerçekleşen en büyük birliği kurmayı başardı. Halklar bu birliğe katılmak için sıraya girdiler. Avrupa’dan çok uzak olanlar ise Dünya Ticaret Örgütüne katılma başvurusunda bulundular.
Ne var ki, Soğuk Savaşı kazanmadan önce Batı modeli kendisine ihanet etmeye başladı. Gerileme, ekonomide özelleştirme büyürken devletin küçülmesi, Ronald Reagan ve Margaret Thatcher’ın gölgesinde sendikaların yıkılması ile başladı. İkinci aşama, Soğuk Savaştan hemen sonra yaşandı: Ruanda’da 1994 yılında yaşanan katliama Batı müdahale etmedi. 1991-1995 Yugoslavya Savaşında Avrupa güçsüz göründü ve Avrupa yaşanan bu savaşa müdahale etmedi. Savaş, sonunda ABD geç de olsa müdahale edene kadar devam etti. Afganistan ve Irak savaşları aksi sonuçlar doğurdu. Irak savaşı ABD-Avrupa bölünmesi ile sonuçlandı. Daha sonra Libya’daki müdahale de başarısız oldu. Suriye tek başına ölüme terk edildi. İnsani müdahale ilkesinden geriye yalnızca halklar üzerinde olumsuz bir çekiciliği olan terörle mücadele kaldı. Bunun dışında, Batının izolasyonu ve kabuğuna çekilmesi var.
Üçüncü aşama, milyonluk göçlerin takip ettiği 2008 finansal kriziydi. Ardı ardına yaşanmaları, orta Avrupa’yı egemenliğine alan, İngiltere’de Brexiti doğuran, Donald Trump’ı Beyaz Saray’a taşıyan popülizmi uyandırdı. Dördüncü aşamaya gelince, şimdi koronavirüs salgını ve arkasında duran ekonomik kriz ile yaşanıyor. Trump’ın hem demokratik modelin en güçlü ülkelerinden birinin lideri hem de birliğini yıkan kaynak olması durumu daha da kötüleştiriyor. Çin ve Rus alternatifler arasındaki çelişki, ABD’nin alternatifi olabilecekleri ile ilgili konuşmaların yayılmasını engellemiyor. Bütün bunlar bizleri ve tüm dünyayı son derece tehlikeli bir olasılık ile karşı karşıya bırakıyor: O da modelsiz yaşamak.