Hazım Sağıye
TT

Antisemitizm ve Antifilistinizm

Filistin üzerindeki Arap-Yahudi çatışmasının diğer şeylerin yanı sıra Yahudilere karşı bir Arap düşmanlığı da yarattığını çok iyi biliyoruz. Bu, Avrupa’nın bildiği ve kuyu zehirleme, Siyonist ekmeği (Kan iftirası) ve Hz. İsa’yı çarmıha gerdikleri suçlaması gibi tamamen hurafelere dayanan antisemitizmi doğuran türden bir düşmanlık değil. Burada, Ortadoğu’da çatışma fiili bir veri üzerineydi: Toprak.
İki düşmanlık türü arasında bir fark daha vardı: Avrupa’da kendisine yüzyıllara uzanan şiddet ve katliamlar eşlik etmişti. Avrupa kıtasının doğusundan batısına uzanmış, Nazilerin Holokostu ile zirveye ulaşmıştı. Bize gelince, bizimle birlikte yaşayan Yahudiler ve Hristiyanlar tam anlamıyla eşit değillerdi. Devrim sonrasında Fransa’da Yahudilerin elde ettikleri hak ve kazanımlara sahip değillerdi. Fakat buna karşılık, boyutu, kurban sayısı ve zamansal sürekliliğiyle Avrupa ölçüsünde katliamlara maruz kalmadılar.
Buna rağmen, Filistin ve Filistinliler için siyasi mücadele ile Yahudilere karşı ırkçılığa düşmemeyi birbirinden ayıramama sorunu var olmayı sürdürdü.
Bu konuda çok da başarılı olduğumuzu söyleyemeyiz.
Bu başarısızlığa katkıda bulunan faktörlere gelince, oldukça fazladır. Tekrarlanan Filistin ve Arap yenilgilerinin doğurduğu acı, öfkeye yol açtı. Akıl ise her daim öfkenin özelliklerinden olmamıştır. Bu öfke, girişlerinden birinin o büyük tarihi hadise (Holokost) olduğu kozmik bir kültür edinme zayıflığımız ile birleşti. Öte yandan, oldukça ender istisnalar dışında Arap politikacıların bu konuyu ele alma şekli de Yahudilere karşı Arap ve Müslüman bakış açısında var olan çarpıklığı artırdı. Hepsinin düşmanlıkta Hacı Emin el-Hüseyni ya da Reşid Ali Geylani’nin ulaştıkları dereceye ulaşmadıkları doğru ancak bu konuda sivilleri ve politikacıları, muhafazakâr ve radikalleri arasındaki farklar neredeyse yok gibidir.
Yöneticilerin genel olarak ülkelerindeki kronik ve acil sorunlardan dikkatleri uzaklaştırma isteği de bunda etkili oldu. Meşruiyet eksikliği ya da zayıflığı da bir başka nedendi. Bu eksiklik arttıkça Yahudiler ve komplolarına yönelik sözlü odak da artıyordu. Bu nedenle, Avrupa antisemitizminin aşağıdan yukarıya, toplumdan yönetime yükseldiğini, Arap antisemitizminin ise yukarıdan aşağıya, yönetimden topluma indiğini söyleyenler oldu.
Siyasi kültürümüzde ve parti programlarımızda ırkçılık, kültür ve küreselleşme imgelerinin genişlemesiyle geçen on yıl dışında hiçbir ilgi görmedi. Hasan el-Benna, Seyyid Kutub, Antun Sadi, Sami Şevket vb. eserlerine kısa bir bakış buna ispatlayacaktır.
“Sınırlar değil var olma savaşı” ve “Uzlaşı yok” hakkındaki direnişçi düşünceler, bu meseleyi tamamen yaşamın merkezine yerleştirme çağrıları, siyasi mücadeleye bir vahşilik kattı. Vahşet ise sadece sürü şeklinde olur ve mücadelesi ancak ölümle biter.
Soğuk Savaş'ın sona ermesi, ekonomi ve kalkınma pahasına kültürel sorunların artmasıyla, “İsrail ile ilişkileri normalleştirme ile mücadele” de buna kendi zararlı katkısını sundu. Kim olursa olsun herhangi bir İsraillinin elinin değdiği sanatsal ve düşünsel tüm eserler yasak sayıldı. Bizden herhangi birinin bir İsrailli ile tokalaşması, yemek yemesi ya da tesadüfen bir araya gelmesi suç oldu.
Öte yandan Siyonizm de antisemitizmimizi beslememize yardımcı oldu. Bu iki yönde gerçekleşti: Bizzat kendisi, farklılıkları gizleyen ve çelişkileri ortadan kaldıran din, milliyet ve etniği birleştirdi. Bu, ayrım gözetmeksizin herkesi suçlayan antisemitistlerin işini kolaylaştırdı. Diğer yandan, İsrail’in işlediği tüm suçları haklı göstermekte abartıya kaçtı. Yahudilerin acılarla dolu tarihi özellikle de Holokost bu gerekçelerin en önemlisi oldu. Menahem Begin ya da mirasçısı Binyamin Netanyahu gibi İsrailli liderler, sürekli bir şekilde Holokostu kullandılar. Bu anlamda, söz konusu acı aynı anda hem siyasi hem de mali kazanç sağlayan bir “sanayi”ye dönüştürüldü. Kurbanın, sadece kurban olduğu için, istediği zaman cellada dönüşmesine tolerans gösterilir hale geldi.
Birkaç yıldır Arap dünyasında farklı tonlara sahip sesler yükselmeye başladı. Bu akım, 2003’ten sonra içinde bir tür suçluluk duygusu da barındıran Iraklı Yahudilere itibarlarının iade edilmesiyle başlamış olabilir.
Bu akımın genişlemesi, vatanseverliğimizi ve insanlığımızı daha geniş ve eksiksiz hale getirerek etkileyen büyük bir kazançtır. Ancak bu gözden geçirmede en önemli şey, mağdurları Yahudiler ya da başkaları olsun bizleri ırkçılık karşıtı bir kültüre bağlamasıdır. Ne var ki, bu yeni tonu, reddedilen Yahudiyi reddedilen Filistinli ile değiştiren yeni iç çatışmalara bir giriş haline getirerek geri dönüştürmemiz riski vardır. Böylece bir nefretin yerine başka bir nefreti geçirmiş oluruz. Mağdurun adı değişse de ırkçı bilinç ve duygunun esiri olarak kalırız.
Oysa yapılması gereken bunun tam aksidir: O da diğer gruplar ve halklar ile dayanışma kapasitemizi genişletmek. Bugün İsrail ve işgal altındaki topraklarda, Lübnan ve diğer Arap ülkelerinde Filistinlilerin durumu onlarla dayanışmayı, iç çatışmaları yeniden başlatmayı değil ırkçılıkla mücadeleyi seçenler için son derece acil ve güncel bir başlık haline getirmektedir.