İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Arap Maşrık bölgesi hayaller ve anlaşmalar arasında sallantıda

Son günlerde, Suriye'nin Golan Tepeleri'ni İsrail'e bırakması ve karşılığında Lübnan'ın Trablus şehrinin tazminat olarak kendisine verilmesi temelinde yeni bir Ortadoğu “yemeği” pişirildiği hakkında yoğun tartışmalar yaşandı.

Lübnanlı tarafların alenen verdikleri tepkiler elbette kınayıcı ve öfkeliydi. Ancak, Binyamin Netanyahu'nun Washington'un Ortadoğu vizyonu ve yaklaşımları üzerindeki “hegemonyasının” anlamını kavrayan ve amaçları bilen herkes, bu gelişmeyi hak ettiği ciddiyetle ele alacaktır.

Dahası bu yemeğe dair haberin yayınlanması, yalnızca İsrail'in İran hava sahası üzerindeki kontrolünü sıkılaştırması ve İran topraklarını hedef alacak biçimde genişletmesiyle değil, aynı zamanda Washington, Tel Aviv ve Ankara arasında görüşlerin hızla yakınlaşması ve “sessiz” mutabakatlara varılmasıyla aynı zamana denk geldi. Bu gelişmeler, Kürt sorunuyla başlayıp Filistin sorunundan geri kalanlara kadar uzanan bölgedeki krizlerin gölgesinde yaşanıyor.

Burada bazıları, Washington-Tel Aviv ekseninin Arap Maşrık (Levant) bölgesindeki “mezhepsel durum”u ele alış biçiminin önceliklerinde bir değişikliğin yaşandığı değerlendirmesinde bulunuyor. Bu değişiklik -en azından geçici olarak- Beyaz Saray'ın Barack Obama ve Joe Biden'dan Donald Trump'a geçmesinden sonra gerçekleşti. Ancak ironik olan şu ki, Irak işgalinden önce bölgede siyasi Şiiliğe bel bağlayanlar Amerikan Cumhuriyetçi ve İsrailli Likud partileriydi.

O dönemde, İsrail sağıyla yakından bağlantılı olan Amerikan “neo-muhafazakar akım”, George Bush'un başkanlığı sırasında Beyaz Saray’daki danışmanlar ve Pentagon'daki sivil personel aracılığıyla dümeni yönetiyordu.

Yine o dönemde ABD, 11 Eylül 2001 saldırılarının yarattığı kabusların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Bu olay, neo-muhafazakarların Irak'ın işgalini ve daha sonra İran'a devredilmesini desteklemek için kullandıkları olaydı. Ardından, Irak’ın geçiş dönemindeki Amerikalı yöneticisi Paul Bremer, hükümetinin orada “bin yıllık Sünni yönetimine son verdiğini” söyleyerek övünmüştü!

2003'ten bugüne kadar deyim yerindeyse köprünün altından çok su aktı. İlk olarak, Demokratlar birçok Arap ülkesinde Arap Baharı hareketine sempati duymalarına rağmen, İsrail liderliğiyle birlikte, Beşşar Esed rejimini devirme konusunda Suriye ayaklanmasını desteklemekten kaçındılar. Daha sonra, İran'ın rejimi kurtarmak için Suriye'ye yaptığı askeri müdahaleye neredeyse sessiz kaldılar.

İkinci olarak, Demokrat liderlik, Maskat müzakerelerinin ardından İran ile imzaladığı “nükleer anlaşmaya” güvendi. Bu anlaşma ve Obama yönetiminin, ardından Biden yönetiminin tutumları sayesinde Tahran, bölgede istediği gibi hareket edebileceğini hissetti! Buna karşılık, Netanyahu ve Likud Partisi, İran'ın Arap arenasında ne ölçüde rol oynayabileceği  konusunda daimi ve kesin hassasiyetlere sahipti.

İran'ın bölgedeki rolünden en çok yararlananın İsrail olduğu anlaşılıyor.

İsrail ayrıca, İran'ın Arap devletleri için bir “korkuluk” haline gelmesinden ve onları koruma umuduyla kendisi ile “normalleşmeye” doğru itmesinden de son derece memnundu.

Ayrıca, sınırlar güvenli olduğu ve sınırların “genişletilmesi” olasılığı mevcut olduğu sürece, İsrail “direniş” yanlısı rejimlerin ve partilerinin “gürültülü” söylemlerine de asla kulak asmadı.

Yine de, bir şekilde, 11 Eylül 2001 senaryosu, 7 Ekim 2023'te Gazze Şeridi içinde Aksa Tufanı operasyonu ile tekrarlandı.

Bu olay, şüphesiz bölgesel ittifaklar senaryosu ele alınırken önemli bir dönüm noktası oluşturdu ve alternatif önceliklerin benimsenmesini teşvik etti. Gazze'deki trajedileri unutmadan, İsrail'in siyasi tepkisinin en tehlikeli kısmı, Netanyahu'nun Ortadoğu'yu değiştirmekten açıkça bahsetmesiydi.

Netanyahu, Donald Trump'ta aradığı kişiyi ve o haritayı, ikisi için de hiçbir anlam ifade etmeyen oluşumların enkazı üzerine ve siyasi hesaplarında hiçbir zaman etkili bir faktör olmamış halkların pahasına çizmek konusunda “ideal ortağını” buldu.

Gerçekten de Filistin'in geleceği, 1948'den beri hiç bu kadar kasvetli ve umutsuz görünmemişti. Sınırları, aslında Balfour Deklarasyonu'nun pratik bir tamamlayıcısı olan Sykes-Picot Anlaşması ile çizilen Suriye, Lübnan ve Irak'a gelince, belki de şimdi Türkiye'nin İsrail'den sonra en etkili ikinci bölgesel aktör olabileceği gelişmelere hazırlanmalılar.

Lübnan'ın Sünniler dışındaki radikal mezhepçileri, Washington ve Tel Aviv’in Hristiyanlara ve Şiilere hükümet ve sınırlarla ilgili “imtiyazlar” garanti etmeleri halinde, Trablus'tan (aynı zamanda Akkar ve Dinniye'den) vazgeçerek Sünni nüfusunun yarısından fazlasından vazgeçmeye karşı değiller. Nitekim, birçok Lübnanlı Hristiyan, 1920'de kurulan ve Trablus ile diğer bölgeleri de kapsayan Büyük Lübnan oluşumuna karşı çıkmıştı. Birçok Şii aşırılıkçı da Sünni varlığın zayıflamasıyla mezhepsel olarak sayısal çoğunluğu güvence altına almaktan memnun olabilir!

Suriye'ye gelince, bir yandan Sünni çoğunluğun konumunu güçlendirme, diğer yandan Alevi, Hristiyan, Dürzi ve Kürt azınlıkların hassasiyetlerini giderme fırsatı, artık bir Amerikan-Türk anlaşmasıyla mümkün görünüyor.

Ayrıca, Suriye-Irak sınırının ötesinde Kürt arenasındaki radikal dönüşümleri ve büyük anlaşmaları gözlemleyip değerlendirmekte de hiçbir beis yok!

Hayallerin hesapları, anlaşmaların detaylarıyla örtüşecek mi? Yoksa deneme yanılma labirentlerine geri mi dönüyoruz?