Yusuf Deyni
Suudi yazar
TT

Suudi Arabistan ve korona: Zorluklara rağmen şeffaflığın önceliği

Büyük krizlerde ve kritik zorluklarda tüm dünya ülkelerinin önünde sadece iki seçenek vardır: Bilgi ve mücadele yöntemleri konusunda şeffaflık ya da kandırmaca ve yanıltıcı sloganlarla şeffaflıktan kaçınmak. Birinci seçenek, zordur. Tüm zorlukları dayatır. Sosyal uyum ve vatandaşların aşamanın zorluklarına katlanması için büyük bir inanç gerektirir. İkinci seçenek, kolay ve rahatlatıcıdır. Geçici çözümler ve ortaya çıktığında gerçeğin ışınları karşısında hemen yok olan bir illüzyonun verdiği geçici bir mutluluk sunar.
Suudi Arabistan korona pandemisinin ilk ortaya çıkışından itibaren birçok nedenle büyük ve sert bir cesaretle sorumluluklarını üstlendi. Bu nedenlerin en önemlisi, vatandaşına duyduğu inançtı. Ayrıca vatandaşının vizyonunun gerçek yatırım nesnesi olduğu gibi krizlerle -özellikle de bir ihmal ya da hatanın sonucu olmayan korona salgını gibi bir krizle- mücadelede kenetlenme ve dayanışma yapısının temel taşı olduğuna yönelik inancıydı. Dediğimiz gibi korona salgını bir ihmalin sonucu değildir. Yaşam tarzları, ekonomi, güvenlik ve diğer yönlerden önce ilk olarak vatandaşların güvenlik ve emniyetini etkilemektedir. Burada diğer yönler ile kastımız, bazı devletlerin, ki aralarında büyük devletler de var, güvenlik ve toplumsal dayanışmayı koruma isteği ya da her şey kontrol altındaymış gibi davranıp sağlık sistemi ve toplum güvenliğine gücünü aşan bir yük bindirecek şekilde davranmasıdır. İnsanların bir dizi kötü niyetli söylenti ve dedikodu yığını içine girmesine izin vermesidir. Özellikle de Suudi Arabistan gibi bir coğrafi büyüklüğe sahip ve salgından önce milyonlarca kişi tarafından ziyaret edilen bir devlet söz konusu olduğunda.
Suudi Arabistan’da korona krizi yönetimine, günlük olarak bilgi sağlamada rasyonellik ve aşırı gerçekçilik damga vurdu. Bu, krizin sağlık tarafındaki sonuçları ile sınırlı kalmayıp ekonomik ve finansal yansımaları için de geçerliydi. Kemer sıkma politikalarının ve harcamaların gözden geçirilmesinin tüm ülkelerin kapısını çaldığı, rasyonel ve gerçekçi bir biçimde belirtildi. Ancak bu, vatandaşlara doğrudan hitap eden ilk en üst düzey yetkili ve yönetimin tepe ismi Kral tarafından yapılan açıklama ile, vatandaşlara güvenlik ve emniyetlerinin devletin en önemli sorumluluklarından biri olduğu, krizi aşma umudunun ülke liderliği ile vatandaşlarının kenetlenmesine dayandığının vurgulanmasını engellemedi. Bu erken açıklama, korona salgınının şeffaflık zemininde ele alınmasının önünü açtı. Oysa birçok siyasi rejim erken dönemlerde, halklarından gerçekleri ve bilgileri gizlemekte ısrar etti. Hatta bu nedenle vatandaşları en önemli faktörü kaybettiler. O da istikrar ve kolay yolu seçen bu ülkelerin yanıltıcı resmi açıklamalarının yansıtmadığı güven duygusunun temsil ettiği devlet ve otorite kavramına olan inançları. Koronavirüs salgını genel olarak toplumsal güvenliğe zarar vermeseydi ya da ihmalden kaynaklansaydı birçok ülkede şeffaflığın yokluğunun nedeni daha kolay anlaşılabilir ve haklı gösterilebilirdi. Ancak asıl tehlikeli olan, şeffaflık gemisinin büyük krizlerde ve genel felaketlerde tek kurtuluş gemisi olmasıdır. Çünkü toplumun bütün bireylerinin başta sokağa çıkma yasağı olmak üzere devletin aldığı koruyucu tedbirlere uymaması durumunda bu felaket ve krizleri aşmak imkansızdır. Sokağa çıkma yasağı sert ve katı bir tedbir gibi görünse de virüsün yayılmasını önlemenin en iyi yoludur ve öyle de kalacaktır. Virüsün önlenmesi ise daha önemli bir başlangıcın sonucudur. O da yönetimin davranış ve icraatlarına yönelik tüm korku, şüphe ve güvensizlik faktörlerinin ortadan kaldırılması.
Ekonomi, ülkelerin istikrarının en önemli bileşeni olduğu için şeffaflık testinin ikinci aşaması, korona sonuçlarını tekrar masaya yatırmaktı. Maliye bakanının açıklaması, düzenleyici prosedürler ve kemer sıkma dönemine hazırlık, şeffaflık seçeneğinin zor ama en iyi seçenek olduğunu doğruladı. Her ne kadar denklem, bireylerin güvenliği ya da ekonominin sağlamlığı yani beşeri ile ekonomik sermaye olmak üzere iki taraf arasında sallantıda olsa da. Denklemin iki tarafını dengelemek, insanın tarafını tutarak büyük bir cesaret göstermeyi gerektiriyor. Ayrıca krizin sona ermesinden ya da etkilerinin hafiflemesinden sonra iyi bir yaşam, fırsatlar ve hızlı bir iyileşme sağlamak için her türlü çabayı göstermek, her iki düzeyde de bir dar boğaza girmeyi engellemeyi  gerektiriyor.
Korona salgını ile mücadelenin en iyi yöntemi olan şeffaflık konusunda da Suudi Arabistan, bölgedeki istikrar düşmanlarının hedef alma girişimlerinden kurtulamadı. Terörü destekleyen ve ülkelerin egemenliğine müdahale eden projelere karşı çıkan ılımlı ülkeleri ve Suudi Arabistan’ın projesini hedef almak için insani ve çevresel krizlerden bile yararlanan ülkelerin hedefi olmaktan kaçınamadı.
Son olarak koronavirüs salgını ile bu ülkeler bir kez daha, siyasi baskı, yalan yanlış haberler sızdırma, ekonomi meselelerde özellikle de petrol fiyatları konusunda görülen dalgalanmaları öne çıkarma, sosyal sorunları istismar etme, büyütme ve her zaman olduğu gibi insan hakları meselesine dönüştürme stratejileri ile Suudi Arabistan’ın egemenliğini hedef aldılar.
Krizleri istismar eden ülkelerin bu davranışları, bizleri korona salgını krizinin ötesine geçen soru işaretlerine götürüyor. Bunlardan biri de, korona krizini, uluslararası hukuk, diplomasi kuralları ve egemenliğe yönelik müdahaleler çerçevesini aşıp, tüm gücü ile etki etmeye çalışan, Suudi Arabistan vatandaşları ile siyasi liderliği arasında çatlak oluşturmak için hayali analizler karıştırılmış sözde gerçekler ve söylentiler yaymaya çalışan Al Jazeera kanalı ve Türk medya organlarının yaptığı gibi medya savaş dilini kullanarak yararlanma yöntemidir.
Suudi Arabistanlılar, bu tür bir baskının korona krizi çerçevesinde yer almayıp onun ötesine geçtiğini, “projelerin çatışması” adını verebileceğimiz bir olguya uzandığını biliyorlar. Dünyanın bugün insan haklarına saygılı olmakla övünen söz konusu ülkelerde yaşanan ihlalleri nasıl ele aldığını hepimiz biliyoruz. Başkentlerindeki platformlardan iktidardaki siyasi liderlerin öldürülmesinin teşvik edilmesinden, darbeye teşebbüs gibi ucu açık suçlamalarla yüzlerce siyasi seçkin ve basın mensubunun tutuklanıp yok edilmesine kadar bu ülkelerde yaşanan ihlallere karşı nasıl bir tutum benimsediğinin farkındayız. Nitekim uluslararası güçler, Kuzey Kore’den Esed rejimine siyasi kimlikleri baskı ve tek parti yönetimi üzerine kurulu rejimlere karşı da aynı tutumu benimsemektedir.
Bugün yaşananlar, söz konusu ülkelerin emellerinin ve sanrılarının yıkılmasından sonra bölgedeki yeni Suudi Arabistan projesine zarar verme çabalarıdır. Siyasi ve ekonomik gerçeklerini ve etkilerini aşan, ideolojik emellerini boşa çıkaran Arap Baharı sonrası dönemde Suudi Arabistan ve ılımlı devletlerin istikrarını sarsma girişimleridir. Korona ve öncesinde öne çıkarılan meseleler, söz konusu rejimlerin hayal kırıklığını yansıtan siyasi bir gerekçeden ibarettir. Arap Baharı ile Suudi Arabistan’ı ve bölge ülkelerinin yaşadığı bu kırılmaları Mısır ile Tunus’ta olduğu gibi yeniden ayağa kalkma fırsatına dönüştürme gücünü hedef almakta başarısız olmalarından sonra tüm emel ve umutlarının yıkılmasından kaynaklanmaktadır. Petrol ve Yemen’de meşruiyetin geri kazanılması gibi siyasi gerçekliği gerektiren siyasi ve dış meselelerde bile sloganlara dayanmakta ısrar ederlerse belki de içeride vatandaşlarının kendilerine olan inançlarını da kaybedecek olan bazı siyasi rejimler, dış etkilerini kaybettiklerinde bağımlısı oldukları gerçekleri örtme ve kibir mantığı ile hareket ediyorlar.