İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

ABD seçimleri: Minneapolis’in Mister Chauvin ile hikayesi

ABD’nin nüfus yapısı bakımından en “İskandinav” eyaletlerinden biri olan Minnesota eyaletinde, beyaz bir polisin Afro-Amerikan George Floyd’u dizleri ile boğarak öldürmesi olayı acı verici bir ironidir.
Aynı şekilde, beyazların çoğunlukta olduğu bu eyaletin, iklimsel ve demografik olarak ılık, dini yönden evanjelik güney “Pamuk Kuşağı” eyaletlerinden biri değil de ülkenin kuzeyindeki en soğuk bölgede, Kanada sınırında yer alması da ironiktir. Afro-Amerikalıların atalarının esas olarak pamuk tarlalarında çalışmaları için ABD’ye getirildikleri biliniyor. Buna karşılık tarla ve çiftliklerin sahipleri, torunları altmışlı yıllarda ırk ayrımcılığını bitiren “sivil haklar” kampanyasının erdemleri konusunda hala pek ikna olmayan beyaz Avrupalı yerleşimcilerdi.
Üçüncü bir ironi daha var ki o da, katil polisin adının Chauvin olması. Evet, adı Derek Chauvin. Bu olay, önümüzdeki kasım ayında gerçekleşecek başkanlık ve Kongre seçimleri için geri sayımın hızlanması ile milliyetçi hatta kimi zaman şovenist söylemlerin yükseldiği bir dönemde yaşandı.
Aslına bakılırsa, dünyanın birçok ülkesinde herhangi bir talep için yapılan eylemlerde güvenlik güçlerinin protestocular ve eylemciler ile ilişkisi her zaman iyi olmamıştır. Her ne kadar demokratik rejimler, gösteri hakkı ve ifade özgürlüğünü demokratik siyaset pratiğinin temel bileşeni saysalar da orada bile “coşkulu” protesto gösterilerinde protestocular ile güvenlik güçleri arasında nadiren çatışma yaşanmaz. Bunun belki de en iyi tanığı, Kovid-19 pandemisi nedeniyle evde izolasyon tedbirleri uygulanmadan önce güvenlik güçleri ile Sarı Yelekliler arasında çatışma alanlarına dönüşen Fransa’nın başkenti Paris sokaklarının görüntüsüdür.
Sonuç olarak, güvenlik güçleri çoğu zaman gösterileri kontrol etmek amacıyla hareket ederler. Ancak kimi zaman, komuta sistemi altında güvenliği, rejimi ve özel mülkiyeti savunma, silahlı olmanın verdiği üstünlük zihniyeti baskın gelebilir.
Buna karşılık, kaos çıkarmayı amaçlayan ve işbirlikçi gruplar dışında, herhangi bir şeye inanan göstericiler, belirli bir ilkeye duydukları inanç, bir haksızlığa karşı çıkma ya da yoksulluğu engellemek dışında sokak ve meydanlara inmezler. Bu durumda, güvenlik güçlerinin müdahaleleri ve iki taraf arasındaki çatışmalar makul bir çıtaya kadar kabul edilebilir. Ancak sorun, genel tablo bu gerçekçi ve masum denklemden uzak olduğunda yaşanır. Çünkü o zaman, iki taraf arasında kimi zaman birikmiş, çeşitli gizli saklı eğilimler gün yüzüne çıkar. Sonuç olarak, yaşanmaması gereken yaşanır ve işler kontrolden çıkar.
ABD’de tarih çeşitlilik ve çelişkilerle doludur. Çünkü kendisi dünyanın dört bir yanından göç eden farklı ırk, din ve dini gruplardan insanların bir araya geldiği çoğulcu ve büyük bir ülkededir. Ülke yavaş yavaş batıya doğru genişleyerek büyümüş ve bu sırada savaşlar ya da satın alma anlaşmaları ile gerçekleşen bu genişlemeyle çeşitlilik de artmıştır.
ABD bayrağındaki 13 beyaz ve kırmızı çizginin sembolize ettiği, ülkenin doğusunda yer alan  13 kurucu eyalet, İngiliz adalarından (bunlar New England, Maryland, Virginia, Georgia, North Carolina ile South Carolina’ya yerleşmişlerdir), Almanya’dan (orta batıdaki ile güneydeki Büyük Göller bölgesindeki eyaletlere  yerleşmişlerdir), Hollanda’dan (New York ve Pensilvanya’ya yerleşmişlerdir) göçmenleri kapsar.
O dönemde Florida’da İspanyollar vardı. İskandinavlar ise New York daha sonra da Minnesota’ya yerleşmişlerdi. Fransızlara gelince, batıdaki Mississippi Nehri havzasını sömürgeleştirmişlerdi ve en önemli üsleri Fransız Orléans şehrinin adını verdikleri New Orleans’dı. ABD’de şehirler, köyler ve aileler günümüze kadar bu mirasın büyük bir bölümünü yansıtan adlara sahiptir. 
Ne var ki ülkenin zenginleşmesi, gücün artması, bölgesel ve daha sonra küresel açıdan prestij kazanması daha fazla göç almasına neden oldu. Göçmen gruplar, her biri kendi imkanları, koşulları ve çıkarlarına göre yeni çevrelerine uyum sağladılar. Göçün yanı sıra teknik ilerleme de demografik ve çıkarcı dokunun değişmesine katkıda bulundu.
Cumhuriyetçi ve Demokrat partilerinin ortaya çıkışı, 19’uncu yüzyılın başına tarihlense de ABD’deki düşünsel bölünmenin kökleri devletinin kuruluşunun başlangıcına kadar uzanır. Bugün bahsi geçen iki parti, sağcı muhafazakarlar (Cumhuriyetçi Parti’nin temsil ettiği) ile ılımlı demokratlar ve solcular (Demokrat Parti tarafından temsil edilen) arasındaki çatışmanın nirengi noktasını oluştursalar da temel çatışma ya da anlaşmazlıkla bir ilgileri yoktur.
Başlangıçta ihtilafın konusu, yönetim biçimiyle ilgiliydi. Cumhuriyetçilerin destekledikleri gibi merkeziyetçi mi yoksa Demokratların öne sürdüğü gibi eyaletlerin önemli ölçüde yetkiye sahip oldukları federal bir yönetim mi olmalıydı. Sonuç olarak, iki düzeyde iki taraf arasında dengeli bir federal yönetim meydana çıktı. Her eyaletin kendi topraklarında özgürlüklere ve geniş çaplı yetkilere sahip olduğu, merkezde güçlü bir federal hükümetin bulunduğu bir yönetim biçimi benimsendi. 1861-1865 ABD iç savaşını başlatan kıvılcım kölelik sorunu olsa da iki otorite arasındaki dengenin bozulmasıyla bağlantılıydı.
Daha sonra, 20. yüzyılda sanayi ve ticaretin büyümesi, ABD'nin küresel rolünün artmasıyla veriler değişti. Cumhuriyetçi Parti yavaş yavaş serbest ekonomi, Amerikan kilisesi ve pragmatik milliyetçiliğin (çoğunlukla beyaz) bir platformu haline gelirken Demokrat Parti etnik ve dini azınlıkların, sendikaların ve ütopik uluslararası politikaların kalesi oldu.
Minnesota’nın en büyük şehirlerinden Minneapolis’te yaşanan hadise, ülkedeki bu eski-yeni bölünmeyle doğrudan bağlantılı. Bunun yanında, Kovid-19 pandemisinden sonra bu bölünmenin büyüdüğü ve keskinleştiği de gözden kaçırılmamalı.
Bu bağlamda, Başkan Donald Trump’ın 2016 sonbaharında benimsediği açık ve net bir sağcı ve milliyetçi söylem sayesinde beyaz çoğunluğun oylarıyla seçildiğini de hatırlatalım. Seçildikten sonra olduğu gibi daha seçilmeden önce bilhassa Meksika sınırına inşa edilecek duvar ve göçün kısıtlanması gibi konularda azınlıkların büyük bir kesimini kışkırtan bir söylem benimsemişti.
Kovid-19 pandemisi ABD’yi vurduğunda, New York ve Detroit gibi büyük eyaletlere, özellikle de Afrika ve Latin kökenli azınlıkların yoğun olduğu yoksul mahallelerine odaklandı. Demokrat eyalet yöneticileri hastalar, kurbanlar ve sağlık ekipleriyle ilgilenirken Başkan ve Cumhuriyetçiler ekonomi ve şirketleri kurtarmaya önem verdiler.
Bu noktada, “merkez” (federal başkent Washington) ile eyaletler, beyaz, zengin ve sağcı başkan ile çoğu azınlıklardan olan yoksul bölgelerin sakinleri arasındaki çıkar çatışması bir kez daha su yüzüne çıktı. Gerçekten de ırkçılar ve beyaz adamın üstünlüğü teorisinin destekçileri varlıklarını kanıtlamak için Trump’ın ülkedeki işsiz sayısının 40 milyonun üzerine çıkmasına neden olan ekonomik krize karşı korumacı ve milliyetçi politikalarından yararlandılar.
Seçim yılında, ülkede yaşanan gerginlik ve bölünmenin ortasında Minneapolis’te beceriksiz bir polisin siyahi bir vatandaşı kaba bir şekilde tutuklaması ve ölümüne neden olması, susturulmuş öfkenin, kundaklama, geniş çaplı şiddet ve kaos eylemlerinin fitilini ateşledi.
Şovenizm tehlikeli olsa da isyan daha da tehlikelidir. Ancak bugün bazı gözlemcileri asıl endişelendiren, kasım ayına kadarki birkaç ay içinde maceracı tarafların, daha derin bir kutuplaşma ve daha kötü bir kaosun çıkarlarına hizmet edeceği düşüncesine kapılma olasılığıdır.