Abdulaziz Tantik
TT

İnsanın sorumluluğunun felsefi temeli…

İnsan, varlık şeması içinde sorumluluğu üstlenecek vasata sahip bir varlık türüdür. Bu yüzden sorumluluğu yaratılışında mündemiçtir. Her varlık kategorisi, kendisine yüklenen amacı yerine getirme konusunda bir itiraz geliştirmemektedir. Ancak insan, itiraz ederek kendi varlığının yaratılış amacı ile çelişkiye düşebilen varlıktır. Bunun temel sebebi ‘imtihan’ üzere oluşu; bu imtihan üzere oluşunun tabii dayanağı sayılacak olan ‘bilgi ve irade’ ile mücehhez kılınmasıdır.
Sorumluluğunun dayanağı bu ‘serbestiyete/özgürlüğe’ dayanmaktadır.  Bilgi ve irade doğası gereği bir varlıkta işlevsel kılındığında harekete geçirici ve yeni yaşam koşulları oluşturma imkânını içinde barındırmaktadır. Bu yüzden insan, yaptıklarının sorumluluğunu üstlenecek bir ‘rüşd/erginliğe’ sahiptir.
İnsanı, amacı dışında, sadece var olanların oluşturduğu koşullar içinde anlama çabası sığ ve eksik bir algılamadır. Bu, indirgemeci bir bakışı da içerdiği için sorunlu olacaktır. Ki bunun örneklerini modern düşüncenin kendisinden gözlemlemekteyiz. İnsan ya tanrısal bir özellik ile yâda eşya ile aynı özelliğe bir indirgeme derekesine indirilmesi, insanın sağlıklı bir şekilde idrak edilmemesi ve ona yüklenen amacın göz ardı edilmesiyle ilişkili olduğu bedihidir.
İnsan, potansiyel olarak sağa, sola, öne ve arkaya yönelebilecek bir özelliğe sahiptir. Bu özelliği sayesinde hem yapıcı bir rolü üstlenebiliyor, hem de yıkıcı bir özellik kazanabiliyor. Bu durum insanın kendi amacını unutarak varlığının amacını ve imtihan oluşunu unuttuğunu andan itibaren bir ‘belirsizlik’ deryası içinde gark olmasıyla da ilişkili bir durumdur.
İnsan sorumlu bir varlık olarak ‘biriciktir’. Ancak bu biricikliği hem onu Tanrı olmaktan uzakta tutar, hem de yaratılmış diğer varlıklardan ayrı konuma yükseltir. Bu temel gerçeği ifade eden bakış ise; insanın sürekli kendi içinde ve dışında sürekli bir aşkınlığı ve içkinliği yaşarken hem yükselişe hem düşüşe geçmesi ile birlikte düşünülmelidir. Böylece insan; sadece insandır. Ama ‘özel, itina ile ve en yüksek estetik’ ile yaratılmıştır. Bu temel gerçeği de sürekli hatırda tutmak insana dair düşüncelerimize derinlik katacaktır.
İnsanı tanımlayan iki temel özelliğine daha dikkat çekelim: ‘hatırlama ve unutma’… İnsan hatırlayarak kendi üzerine bir idrak sahibi olur ve sorumluluğunu üstlenecek bir psikolojik vasat ile birlikte iradeyi harekete geçirerek bir idraki de ayağa kaldırır. Ancak insan unuttuğu zaman ise kendi varlığının amacını göz ardı ettiğinden dolayı sahip olduğu şuuru yapı bozumuna uğratır. Kafası karışık hale gelerek şüphe denizinde debelenip durur. Bu da onu ‘sallantıda’ bırakır. Yani dayanağı olmayan bir olgunun içinde var olmaya başlar. Bu da insanın ne yapacağının belirsizliğini gösteren en önemli işarettir.
İnsan burada dişil ve eril ikiye ayrılmadan dikkate sunulmalıdır. İnsanın eril ve dişil tarafı tamamlanmaya matuf bir yaratılış mucizesidir. Bu aynı zamanda erkek ve kadın insanın birbirlerine yönelik tamamlayıcılıkları kadar anlamalarını da imkân dâhiline alır.
İnsan sorumludur derken bu durumu açıklığa kavuşturmak lazım tabii…
İnsanın iki tür sorumluluğu öne çıkartılır. Ancak bu iki sorumluluk alanı aynı şekilde biri bir diğeri ile bağlantılıdır. Çünkü her kavram kendi içinde bir birini tamamlayan farklara sahip iken diğer kavramlarla da ilişkisi vardır. Bu iki yönü unutmadan insan ve insanın sorumluluğunu da düşünmeyi başarabilmeliyiz.
Birinci sorumluluk kişinin kendi dışındaki ‘yakından uzağa doğru’ yüklendiği sorumluluktur.
İkincisi ise kişinin ‘kendisine karşı’ yüklendiği sorumluluğudur. Birinci sorumluluk alanı, kendi dışı olan insan, Yaratıcısı olan Allah ile birlikte Allah’ın ona sunduğu nimetler olan varlığa karşı da bir sorumluluğu yüklendiği zemindir. Bu noktada insan, Allah’ın kendisi için yüklediği amacı gerçekleştirme açısından öncelikle amacının ne’liğini ‘ilahi bilgi’ ve bu bilginin tabiatına bağımlı olarak akli yetilerini devreye alarak içselleştirmelidir. O zaman kulluğunu sağlam temellere dayandırırken varlıkla da barış içinde birlikte var olmanın zeminini kurar.
Zaten insanın temel sorumluluğu, kulluğu tam olarak ifa ederken merhamet ve şefkati kuşanarak sevgi ile birlikte hayatı paylaşmayı sağlamaya matuf bir şuur ile hareket etmektir.
Bu onun sorumluluğunu yerine getirmesi anlamına gelecektir. Bu yerine getirme eylemini gerçekleştirirken amacını hiç unutmaması ve ilahi yardımı sürekli umarak var olmaya devam etmesidir. İkinci sorumluluk alanı ise kendisine karşı duyacağı sorumluluktur. Ki bu içkinlik seviyesinde kişinin kendi amacına tam bir yoğunlaşma ile bağlı olması ve kendisini tanıma eylemine sonuna kadar devam etme çabasıdır ki bu durum, diğerlerine karşı sorumluluğunu da başarı ile gerçekleştirme istidadı kazandırır ona…
Birinci sorumluluk alanında kişi, sorumluluğunu abartılı bir şekilde algılayarak kendisini sorumlu kıldığı gibi egemen kılma gibi bir pozisyonunu da içinde tutuyor. Kişinin, otoriter, totaliter ve şiddetin kaynağının bu sorumluluğu egemenlik/hegemonya olarak algılaması ve anlamlandırmasıdır.
Kendisine yüklediği olumlu sıfatlardan hareketle diğerleri üzerine bir tahakküm kurma çabası, insanlık tarihi bağlamında sürekli gündeme oturan bir mesele olarak bizim de önümüzde duruyor. Bugün modern düşüncenin siyasal karakterinin eşyayı ve insanı dâhil her şeyi sınırlar içinde tutma arzusunun dışa vurumunun göstergesi burada açığa çıkıyor.
Totaliterliğin, faşizmin, yıkıcılığın bu kadar ayyuka çıktığı bir olguda insanın kendini ‘tanrı’ sanma sanrısı olduğu gerçeği de bedihidir. Her türlü sosyal, siyasi ve kültürel mühendisliklerin temelini de burada gözlemleyebiliriz. Modern kültürün çok hızlı bir şekilde sürekli gelişim dinamiklerine sahip olması imtihan olgusunun unutulması ve kendini bağlayacak bir istikametin yokluğuna delil ettiğini de ayrıca dikkate sunmalıyız…
İkinci sorumluluk alanında ise kişi, ya kendisini çok fazla önemseyerek narsist bir karaktere evriliyor. Ya da sorumluluğunu yerine getiremediği durumlarda ki bu şahsi durumlar, kültürel durumlar ve kulluğu içeren durumlarda da karşılanıyor; aşağılık psikozuna yakalanarak şizofrenik bir yapıya yöneliyor. Görüldüğü üzere her iki durumda hastalık söz konusu...
Mesele biraz daha açıklığa kavuştu… İnsan, içeriye karşı sorumluluğunu yerine getirmediği zaman oluşan nevrotik durumlar, aynı şekilde dışa dönük sorumluluğunu da sorunlu hale getirerek fesadı bir kaotik zemin haline dönüştürecek bir olguya evriliyor.
Peki, bu konuya nasıl yaklaşılmalıdır: tevazuu ile...
Tevazu, her iki olguda da durumu normalleştirerek hem hegemonya konusunu dengede tutar. Hem de kendi hastalık semptomlarını tedavi edebilir.
Tevazuu: Yaratılmışlığın idrakinin tabii tezahürü olarak kişinin, kendisi dâhil hiçbir şeye sahip olmadığı gerçeğini idrak ederek kendi konumunu ve sınırlarını bilerek haddini bilmesidir. Böylece dışarıdaki varlığa karşı sorumluluğu iyi bir örneklik ve iyiyi, marufu anlatmaktan ibaret olduğunu kabullenmektir. Kişi, kendisi dâhil her şeye gücünün yetmediğini bizzat tecrübe ile yaşayarak, elinde olmayan imkânlardan hesaba çekilmeyeceği gerçeğini dikkate alarak, kendini de, yapabileceği iyi, güzel ve doğruları şahsiyetinin temeli kılma çabalarına aralıksız devam ederek özgüvenini sağlama almalıdır.
Tevazu deyip geçmeyin, bir boyutu ile sınırlarını keşfetmektir. Her keşif aynı zamanda kişiye yeni bir ‘anlam’ yükleme anlamınadır. Her anlam kişiyi rüşd/olgunluğa taşıyacaktır. Bir başka boyutu ile kişinin haddini bilmesi, onu, tevazuu üzerinden adil olmaya yöneltecektir. Adil insan, hem kendisine karşı ve hem de başkasına karşı dengeyi muhafaza eden kişi anlamına gelecektir ki buda ona, doğruya ve hakikate ulaşmanın kapısını aralayacaktır…
Tevazu, sürekli bir farkındalık halinin süreklileştirilmesini temel eksene alan bir yaklaşımı insan için anlamlı kılar. Zaten insan ancak kendi nefsi arzularını disipline ederek hem kendisine karşı, hem de diğerlerine karşı dürüst olma arzusunu irade ile hayata geçirebilir.
Tevazu, kişinin yetersizliğinin farkında olmasını sağlar. Böylece sürekli gelişim dinamiklerini canlı tutmasının zeminini kurar insana… Yetersizlik iki yönlü bir işleve sahiptir. Ancak tevazu, aşağılık duygusuna indirgenirse sorun oluşturur. Bu yüzden olumluluğu hep eksene alan bir bakışı ve eylemi sürekli yedekte tutmakta fayda var.
İmtihan olgusu bu olumluluğu sağlayacak bir vasatı sağlar. İnsan, kendini keşfettikçe, kibir yerine tevazua sahip çıkarak, kendi yaratılışının farkındalığının sarhoşluğu içinde aşkınlığı, kendi içkinliğinde ve aşkınlığında yaşamaya başladığı zaman tam bir denge haline ulaşır. Ama bu denge soyut bir dengedir. Sükûnet ve selamet eş değer iş gördüğü zaman denge başlar.