İyad Ebu Şakra
Siyasi analist, tarih araştırmacısı
TT

Irak ve Lübnan’daki en sıcak aylar ABD Kasımını bekliyor

Gerek Irak gerekse de Lübnan’da son günlerdeki gelişmeler, ABD ile İran arasında yeni bir çatışma evresi ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor.
Evet, Tahran’a yönelik ABD düşmanlığının, en azından Donald Trump’ın selefi Demokrat Barack Obama’dan Beyaz Saray’ın anahtarlarını miras almasından beri var olduğu ve tırmandığı doğru.
Ancak, son gelişmeler uzun vadeli bir karşılaşmada bir paradigma değişikliğine işaret ediyor.
İki taraf da bugünden Kasım ayı başındaki ABD Başkanlık seçimlerine kontrolü kaybetmeden itki gücünü korumaya çalışıyor.
Bu noktada, Tahran’ın yaşadığı ekonomik zorluklara rağmen genişlemeci/emperyalist ve yerleşmeci/işgalci projesi sayfasını kapatmasının kendisi için söz konusu olmadığını öne sürüyorum. Çünkü 1979 yılında Humeyni liderliğinin iktidara ulaşmasıyla “devrimi ihraç etme” bayrağı altında bu projeye yatırım yapmaya başladı. Her ne kadar proje, bir yerde geri püskürtülüp diğer bir yerde kuşatmaya maruz kalsa da, İran liderliği başarılı olması için bir dizi politika benimsedi.
Bunlar şuna dayanıyordu: Sürekli ileri doğru hareket etmek. Dış kuşatmaya karşı ulusal kenetlenmeyi güçlendirmek için “kuşatılmışlık zihniyeti” inşa etmek. Özellikle silah ve nükleer meselede 10 adım ilerlemek için gerektiğinde bir diplomatik geri adım atmak.
Avrupa, ABD, Arap ve İslam dünyasında radikal devrimci sol ile radikal İslami sağcı akımları birleştiren bir “lobiler” sistemi tesis etmek.
Irak-İran savaşından (1980-1988) sonra Tahran, rakiplerini kışkırtan ve “ortak bir düşman” korkusu ile safları birleştiren doğrudan işgalin yararsızlığını fark etti. Böylece, bir yandan Washington ve Tel Aviv ile vardığı bölgesel bir “ortaklık” anlaşması olan stratejik genişleme ve hegemonya hedefini korurken diğer yandan, Arap dünyasını karıştırmaya başladı.
İşe ilk olarak Filistin davasını kullanmak, sağ ve sol akımlarını Arap ülkeleri ile uluslararası toplum tarafından tanınmış Filistin liderliğinden uzaklaştırmakla başladı.
ABD’nin Tel Aviv’in politikalarını destekleyen geleneksel pozisyonundan yararlanarak Tahran, muhalefet dalgasını kontrol etmeyi ve İslami Cihad, Hamas Hareketi’nin büyük bir kanadı, solcu örgütler ve solcu olduklarını iddia edenler yoluyla “direniş”i Filistin içine ihraç etmeyi başardı. Bu örgütlerin çoğunun, on yıllardır Golan Tepeleri ile güvenli sınırların garantörü rolünün yanı sıra İsrail-İran arasında posta kutusu rolünü yerine getiren Suriye rejiminin himayesi altında Suriye’de varlığını sürdürdüğü bilinmektedir.
Bundan daha da önemlisi, Tahran Arap dünyasında “direniş”in statüsünü takviye etti. Araplar ise “direniş” kelimesinin gerçekte İran’ın genişleme ve hegemonya projesi anlamına geldiğini çok geç fark ettiler. Bu takviye, İran Devrim Muhafızları modelinde, politik, örgütsel, güvenlik, lojistik ve finansal olarak ona bağlı mezhepçi milis güçleri kurma yoluyla gerçekleşti. Bildiğimiz gibi, öncü model Lübnanlı Hizbullah örgütüydü. Daha sonra Irak’ta, özellikle de Irak-İran savaşında İran kuvvetleri safında Irak ordusuna karşı savaşan gruplardan Hizbullah’a benzer milis güçler doğdu. Ardından da Yemen ve Suriye’de.
Arap dünyası, Tahran’ın düşünce modelini, sabırlı manevra ve taktik kabiliyetini çok geç anladı ve 2 temel hususta başarısız oldu. Birincisi: Arap-Arap çatışmalarının tehlikelerini hesaplamak. İkincisi: Bölgesel ve küresel dengeler düzeyinde Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ne anlama geldiğinin farkına varmak.
Gerçekten de, İran’ın kimi zaman açık kimi zaman da gizli desteği ile siyasal İslam söyleminin yükselmesiyle Arap milliyetçi-solcu alternatifler geriledi. Irak’ın -Sovyetler Birliği’nin rolünün kaybolmasının ne anlama geldiğini hesaba katmayan- Kuveyt’i işgali ile de dönülmez bir noktaya ulaştı.
Bu noktada, Arap-Arap çatlağı genişledi.
Irak rejimini devirmek için geri sayım başladı. Ardından, uluslararası toplumun siyasal İslam’ın (Sünni, İran destekli) radikal “el-Kaide” yüzü ile yüzleştiği bir atmosferde ABD 2003 yılında Irak’ı işgal etti.
Böylece, İran’ın genişlemeci/emperyalist projesine karşısındaki ilk Arap ve Sünni siper yıkılmış oldu.
O zaman Humeynici İran, Irak’a girdi ve hala da orada. Geçici Koalisyon Yönetimi'nin başkanı Paul Bremer’ın, Baas Partisi’ni devlet içinden söküp atma etiketi altında Irak devlet kurumlarını yok etmesi ve kendi deyimiyle “Sünni egemenliği sona erdirmesinden” sonra milis güçlerinin liderleri önce sokakları harekete geçirdiler daha sonra da devletin kilit noktalarını ele geçirdiler.
Lübnan’a gelince, İsrail Hizbullah’ın büyümesi ve genişlemesi için uygun zemini bulmaya yardımcı olmakla kalmadı, aynı zamanda yakın bir zamana kadar Arapların Batıya açılan penceresi olan bir ülkenin çoğulcu ve medeni modelini yok etmek için kendisini en güvenli yatırım olarak gördü.
Şimdi, 1982’den bu yana Hizbullah’ın yaptıklarına bakıldığında, Lübnanlılar ile Arapların tanıdığı şekli ile Lübnan’ı ortadan kaldırmak için varlığının ne kadar elzem olduğu ortaya çıkmaktadır. Lübnan’ın Batılı kültürünü, dini hoşgörüsünü ve serbest ekonomisini yok etmek için İsrail açısından ne kadar yararlı olduğu meydana çıkıyor.
Bu vesile ile İngiltere’de fanatik bir İsrail destekçisi olan genç bir araştırmacı bayanın, yakın bir zamanda aşırı sağcı ABD merkezli bir dergide okumuş olduğum yazısından bahsetmek istiyorum.
Yazar bu yazıda özellikle ABD hükümetine seslenip, İsrail ve Batı düşmanı kişiler mezun ettiği gerekçesi ile Beyrut Amerikan Üniversitesi’nin mali olarak desteklenmesinin yasaklanmasını talep ediyordu.
Bu pozisyon, Hizbullah vaizlerinin “Lübnan’ın kültürünü” değiştirme ve “direniş” kültürünün (yani Humeyni İranı) hükmettiği bir ülkeye dönüştürme çağrılarıyla tam bir uyum ve bütünleşme içindedir.
Bunun da ötesinde, tekrarlanan “Direniş” ve “Kudüs’ü kurtarma” sloganları, Hizbullah ile İran çizgisini eleştiren herkese yönelik hazır ihanet suçlamalarına rağmen Hizbullah 2008’den bu yana İsrail ile bir kez bile savaşmadı. Bunun yerine Suriye’de savaşarak yüz binlerce Suriyeliyi topraklarından tehcir etti.
Iraklı milis güçlerin yanında Irak halk devrimine karşı (bilhassa Şii bölgelerde) savaştı.
Husi milisler bombalama, patlatma, yıkma, Yemen içinde ve Suudi Arabistan topraklarında sivilleri hedef alma konusunda eğitti. Kuveyt, Bahreyn ve diğer Körfez ülkelerinde yetiştirdiği terör ağlarından bahsetmiyorum bile.
Bugün Irak’ta Mustafa el-Kazimi hükümeti, İran’a bağlı ve emrine amade milis güçler konusunda farklı bir pozisyon benimsiyor. Lübnan’da, İran’ın genişlemeci projesi içinde yer aldığını  gizlemek için kurmuş olduğu yönetimin gölgesinde Hizbullah’ın, insanların aç kalması, devletin hedef alınıp bankacılık sektörünün yok edilmesi, Lübnan kültürü, kimliği ve çıkarlarının hedef alınması konusunda oynadığı rol tamamen açığa çıktı.
Dolayısıyla Washington, başkanlık seçimleri kampanyaları ve Kovid-19 salgınının neden olduğu sorunlarla meşgulken Irak ve Lübnan’ın önünde birkaç aşırı sıkıntılı ay bulunuyor.
Tahran’a gelince, -her zamanki gibi- halkının sıkıntılarını göz ardı ediyor ve ABD’lilerin kendi emelleri ile yüzleşme arzusunun zayıflığına bel bağlıyor.
Bu zayıflığın, Demokrat aday Joe Biden’ın kasım ayında kazanması ile somut bir hal almasını ve kendisiyle “ilişkileri normalleştirecek ekibin” geri dönmesini umuyor.